Sabah erken. Hava sıcak ama şehir henüz sessizliğini koruyor. VakıfBank Kültür Yayınları’nın davetiyle katıldığım Esrarengiz İstanbul yürüyüşünün başlangıç noktasına doğru ilerlerken aklımdan geçen tek şey şu: “Umarım ayakkabılarımı doğru seçmişimdir.”

Z3

Ama mesele ayakkabı değilmiş. Mesele, adım attıkça altınızda beliren başka bir İstanbul’un farkına varmakmış.

Sonra ne mi oldu?
Külhanbeylerinin gölgesinden meyhane şairlerinin izine; taş duvarların suskunluğunda raconun ve şiirin yan yana yaşadığı bir İstanbul’a doğru yola çıktım…

Münir Süleyman Çapanoğlu’nun kaleme aldığı, fakat sağlığında yayımlanamayan Esrarengiz İstanbul kitabı, II. Abdülhamid döneminden 1920’lere kadar uzanan bir yeraltı hikâyesi anlatıyor. “Yeraltı” deyince aklınıza bugünkü dizilerdeki ‘çek-senet’ sahneleri gelmesin. Burada racon, fesin eğiminden başlıyor; sokakta yürüyüş biçimine kadar uzanıyor. Evet, fesin bile tarzı varmış.

I M G 7925

Tophane’deki buluşma noktasından başlayan yürüyüşte, taş sokaklarda gezerken “Burada bir zamanlar kimler yürüdü?” sorusu takıldı aklıma. Sadece külhanbeyleri değil… Yazarlar, meyhane şairleri, siyasetçiler… Ve hepsi bir şekilde birbirine temas etmiş.

Surp Krikor Lusaroviç Kilisesi’nde bir sabah ayinine denk geldik. İçeride zaman başka akıyor. Şehir sizi bazen hiç planlamadığınız bir duygunun içine çekiyor. İstanbul’un en güçlü yanı da bu bence: Bir köşeyi dönüyorsunuz ve birdenbire başka bir çağdasınız.

Rehberimiz uyardı:
“Başınızı hep yukarı kaldırın. Asıl hikâye yukarılarda.”

Ve gerçekten de yukarı baktığınızda sizi şaşırtacak detaylar çıkıyor. İstanbul’u vazgeçilmez kılan en önemli unsurlardan biri de bu belki de. İlişkiniz hiç eskimiyor. Sizi hep şaşırtıyor. Yeniliklerle, sürprizlerle… Hep bir anlatacak hikâyesi var.

Yürüyüşün sonunda Tersane Karaköy’de oturduk. Editörlerle yapılan sohbetler, kitabın arka planını anlamak açısından çok kıymetliydi. Çapanoğlu sadece yazmamış; izlemiş, dinlemiş, not almış, anlamış. O yüzden bu kitapta kurgu değil, iz var. Toz var. Şiir var.

Z2

En çok aklımda kalan şeylerden biri “meyhane şairleri” oldu. Her meyhanenin bir şairi olurmuş. Köşede oturur, insanlar yiyip içerken şiir yazarmış. Bugün öyle birini görsek “Instagram’a mı yazıyor?” deriz. O zamanlar şiir gerçekten yaşanıyormuş.

Ve evet, kitap sadece geçmişi anlatmıyor. Bugünü de anlamaya yarıyor. Zira 1950’lerde kabadayılıkla siyasetin iç içe olduğunu söylüyoruz ya, Esrarengiz İstanbul bu ilişkiyi daha da geriye, Abdülhamid devrine kadar götürüyor. Yani “her şeyin bir geçmişi var,” ama biz çoğu zaman unutarak yaşıyoruz.

Şimdi sıra serinin ikinci kitabı İstanbul Batakhaneleri’nde olacakmış. Ben şimdiden heyecanlıyım. Çünkü bu yürüyüş sadece bir kitap tanıtımı değil, İstanbul’un bilinmeyen alt katına yapılan bir keşif gibiydi.

Z1

Hem tarih vardı hem şiir, hem gölgeler hem de pencere aralıklarından süzülen sabah ışığı…
Kimi şehirler yukarıdan okunur. İstanbul ise önce yeraltına inmenizi ister.

Bazen bir kitap sadece kitap değildir. Bir sabah yürüyüşü sadece yürüyüş değil, geçmişle bugünün tokalaştığı bir zamansızlık anıdır. Esrarengiz İstanbul da tam olarak öyle bir anın hikâyesi.