20’li yaşlarımın başından beri Milliyet Sanat’ı her ay elime alırım. Sayfaları çevirirken sadece sanata değil, kendi geçmişime, o ayki ruh halime, yaşadıklarıma da dokunurum sanki. Bu ay dergide sinema yazarı Tunca Arslan’ın, Kemal Sunal’ın 25. ölüm yıldönümüne dair yazısına denk geldim. Yazının başlığı dikkatimi çekti: “Keloğlan Geleneğinin Son Temsilcisi”.
Önce başlığı anlamaya çalıştım, sonra yazıyı… Derken zihnim beni bir yıl öncesine, Altın Portakal Film Festivali jürisinden yapılan o talihsiz açıklamalara götürdü. Hafıza ne tuhaf şey. Arka cebine bir şey atıyorsun, o kendi zamanında geri dönüp yakana yapışıyor.
Malumunuz Arslan, Altın Portakal’ın ön jürisindeydi. Başında olsaydı nerdeyse festivalin iptal edilmesine sebep olabilecek sansür krizinin fitilini ateşleyen çıkışlardan biri de kendisine aitti. Ulusal Kanal’a verdiği röportajda “Bu yıl LGBT temalı film yoktu. Bu yeni bir şey demek. Genç bir sinema geliyor" dedi. Sanki “LGBT teması olan film olmasın, bu iyi bir gelişme” der gibi. Hadi ne dediği değil, ne demediği üzerinden de anlayalım: Temaya değil de yokluğa dikkat çekiyorsan, buradaki “yeni” vurgusu öyle nötr bir gözlem değildir, bir yönlendirmedir.
Sonra Twitter’da (pardon X’te) “Bu sadece bir tespittir” diye yazdı. Ne diyelim… Bazı tespitler, temenninin ta kendisidir. Üstelik "sadece tespit" olduğunu iddia eden söylemlerin çoğu, tarihin en keskin sansür mekanizmalarının kamuflajı olmuştur. Ayrıca geçtiğimiz yıl festivalin son yılların en zayıf seçkisiyle sinema severleri hayal kırıklığına uğrattığının da altını çizelim. Demek ki hiçbir açıdan ortada övünülecek bir durum yokmuş.
Asıl ironik olansa şu: Aynı kalem, Kemal Sunal’ı “geleneksel” bir figür olarak sunuyor ama Kemal Sunal geleneğin değil, yeniliğin kendisiydi. Ezber bozan, rahatsız eden, eğip büken, ters yüz eden bir oyuncuydu. Kimi zaman kadın kılığına girdi, kimi zaman punk tiplemesiyle karşımıza çıktı. “Katma Değer Şaban” filmindeki Avrupa görmüş, renkli saçlı Şaban karakterini hatırlayalım: Babası, “yurtdışında okumuş beyefendi çocuk” beklerken, eve gelen kişi toplumun kalıplarına sığmayan, özgür ruhlu, deli dolu bir punk’tı.
Bu mu gelenek?
Sunal’ın oynadığı karakterlerin çoğu ezilenin, dışlananının, hor görülenin sesi oldu: Kapıcıydı, bekçiydi, işçiydi, köylüydü… Sisteme ayna tutmakla kalmadı, o aynayı yere fırlatıp parçaladı da. Sosyalistti, halkçıydı, müthiş günceldi. Yani Kemal Sunal, konfor alanına sığınanların değil, sınırları zorlayanların yol arkadaşlığına layıktı.
Ama bazıları bu “yeniliği” görmez. Çünkü her şeyi kendi geleneğiyle ölçer. Çünkü hafıza dediğimiz şey, bazılarında sadece kendini tekrar eden bir kayıt cihazı gibi çalışır. Unuturlar. Çok çabuk unuturlar. Sansürün, dışlamanın, ötekileştirmenin bir toplumun sanatına neler kaybettirdiğini görmezden gelirler.
Ve en acısı, her yeni nesil yönetmene, sanatçıya, hikayeye bir “bizden mi değil mi?” filtresiyle bakarlar.
Peki biz ne yapalım?
Kemal Sunal’ı anarken onun ruhunu gerçekten yaşatalım. Gelenek kisvesi altında genç sanatçıları, yönetmenleri, oyuncuları belli kalıplara sokmayalım. Onları özgür bırakalım. Çünkü sinema, özgürleştiği ölçüde parlar. Gerisi sadece tespit… Pardon, temenni.