Lise yılları, insanların kim olacağını şekillendirmeye başladığı bir dönem. Wednesday’in yaratıcılarından Al Gough böyle diyor. Ve gerçekten de öyle. Lise, sonsuza dek süreceğine inandığımız ilk gençlik hayallerinin, kişiliğimizin, müzik zevklerimizin, giyinme tarzımızın ve kimliğimizin şekillenmeye başladığı yer.
Benim kardeşim yoktu. Ama lisedeki en yakın arkadaşlarımı kız kardeşlerim belledim. Hayatım boyunca da öyle kaldı. Aradan 20 yıl geçmiş olsa bile, başıma bir şey geldiğinde ilk onları ararım, memlekete döndüğümde ilk onlarla buluşmak isterim… Çünkü aile olmak bunu gerektirir diye düşündüm hep.

Ama yıllar geçtikçe öyle olmadığını, en acı yoldan öğrendim. Onlar başka hayatlara karıştılar. Kurdukları yeni ailelerde artık bana yer yoktu. Bir gün fark ettim: boş bir günde denk gelirse belki bir kahve içilecek, çoğu zaman ise ona bile fırsat bulamayacakları bir ‘eski dost’ olmuştum.

Sonra bir gece oturdum. Lisedeyken birbirimize yazdığımız mektupları, o sözlerle dolu anıları ağlayarak okudum… Ve hepsini yaktım. Ve bitti.

Hep deriz ya, arkadaş ayrılıkları hakkında daha çok konuşmalıyız diye… İşte o gece, benim için artık yeni dostluklara şans verme zamanı geldiğini anladığım andı. Çünkü bazı mektuplar geri dönmez. Ama bazıları da hiç yazılmaz. Belki de “Geleceğe Mektuplar” dizisi bana bunu hatırlattı.

İzlerken, evet, 20 yıl önceki lise anılarımdan çok şey canlandı. Ama ne yazık ki, o güçlü duygular perdeye geçmiyordu. Yani geçseydi gerçekten büyük bir şey olabilirdi bu dizi. Ama olmadı. Bazen duyguyu yakalayamazsınız. Ne oyuncu kurtarır, ne mekan, ne dönem, ne de müzik…

Çünkü her şeyden önce, elimizde çok sıkıntılı, eksik ve kopuk bir senaryo var. Bu kadar yetenekli oyuncu kadrosuna rağmen, bu kadar emek harcanmış bir yapımda bu kadar mantık hatası olması şaşırtıcı. Kimse mi uyarmadı diye düşünüyor insan.

Dizi, yayınlandığı ilk dört günde 12.9 milyon saat izlenmiş. 36 ülkenin Top 10 listesine girmiş, Fransa’da ikinci olmuş. Ne güzel. Ama bir şeyin çok izlenmesi, onun iyi olduğu anlamına gelmiyor. Recep İvedik de milyonlarca kişi tarafından izlendi. Meselemiz nicelik değil, nitelik.

Bugünün gençleri, özellikle lise çağındakiler, çok zor bir dönemden geçiyorlar. Kendilerini görmeye, birilerinin içtenlikle “Seni anlıyorum” demesine, ekranda kendi duygularına dair bir iz bulmaya ihtiyaçları var. Bu dizi bunu yapabilirdi. Ama yapmamış.

Bu konuda “İstanbul Ansiklopedisi” gibi işlerin hakkını da teslim etmek gerek. O da bir dijital platform yapımı. Ama ne kadar zorlayıcı bir dilde olursa olsun, gençlerin hayatına gerçekten dokunabilecek şeyler söylüyor. Cesur ve yaratıcı.

Gelelim müziklere…
Bir dizide şarkı seçimleri sahneyi yükseltebilir de, yerin dibine de sokabilir. “İstanbul Ansiklopedisi” bu konuda ders verirken, “Geleceğe Mektuplar” sanki rastgele açılmış bir YouTube mix listesi gibi. Sahnelere öylesine yedirilmiş ki, dramatik yapı dağılıyor, bazı anlar resmen ucuz bir TV dizisine dönüşüyor.

Ve evet, Mor ve Ötesi'ni hepimiz seviyoruz ama…
Bu ülkenin 20 yıl önceki lise yıllarında başka müzikler de vardı. Başka gruplar…
Özlem Tekin, Kurban, Direc-t, Çilekeş, Nekropsi, Sakin, Replikas…

Bu liste uzar gider. Ama mesele sadece nostalji değil. Mesele, o dönemi yaşayanların müziğiyle yeniden bir bağ kurmak.

Sonuç?
“Geleceğe Mektuplar” iyi bir fikirle yola çıkmış ama yazılmamış, tamamlanmamış, belki de gerçekten hiç gönderilmemiş bir mektup gibi… Elden ele dolaşıyor ama kimsenin kalbine ulaşamıyor.