Bugün her köşe başında bir cami, her TV kanalında bir vaiz var... Dernek ve vakıf adı altında binlerce tekke faaliyetlerini yürütüyor... Peki döne döne "tek parti" dönemine saran bu "efsane" korosunun günümüzdeki ahlaki çöküntüye dair söyleyecek tek bir sözü var mı?
Meslek büyüğümüz Mehmet Çetingüleç, Kısa Dalga'daki köşesinde Kurban Bayramı vesilesiyle eğlenceli bir "itiraf" yazısı kaleme alarak meşhur Van Gölü Canavarı'nın "patent sahibi" olduğunu açıkladı.
90'lı yılların başında, Van Gölü’nde su seviyesi tedricen yükselince konu TBMM gündemine gelir. Kurulan araştırma komisyonunun başkanı Zeki Ergezen'le görüşen Çetingüleç, İskoçya’daki Loch Ness Gölü'nü örnek verir... Bin yıldır bir canavar yaşadığı varsayılan Loch Ness gölüne dünyanın her yanından turistler akın etmektedir.
Çetingüleç'in Ergezen'e önerisi şu olur:
“Şimdi siz 'Van Gölündeki su seviyesinin artışını araştıracağız' derseniz, bu hiçbir yerde haber olmaz ama ama eğer 'Van Gölü canavarını araştıracağız' derseniz haber her yerde yayınlanır. Hatta dış basında bile yer alır."
Önerilen formül kabul görür. Mehmet Çetingüleç'in haberi iki gazetede birden yayımlanır. Haber hızla yayılır. Hatta olmayan Van Gölü Canavarı televizyonlarda “görüntülü” olarak verilir... Kara bir camız bir anda "canavar" olur.
Mehmet Çetingüleç, "Görüldüğü gibi asparagas yaptım ama vatan millet aşkıyla!" diyor. Van halkı ona ve Zeki Ergezen'e minnettardır...
EFSANE ÜRETMEK...
Çetingüleç'in bir efsanenin nasıl imal edildiğine dair örnek hatıratını yazdığı günlerde, Murat Bardakçı da tek parti döneminde Hac ibadetinin yasaklandığını ileri sürüyordu.
Siyasal dinci cenahın bitmek bilmeyen mağduriyetine temel oluşturan efsanelerin de Van Gölü Canavarı'na benzer biçimde üretildiğine şüphe yok.
Defalarca çürütülmüş olmasına rağmen "tekrarın gücü" aşkına sürekli yinelenen "camiler ahır yapıldı" veya "hac ibadeti yasaklandı" türü tek parti dönemi efsaneleri sağ ideolojide kolektif bir halüsinasyona sebep oluyor. Belli ki "psikolojik harp" de bunu gerektiriyor...
Gazeteci Sinan Meydan, 1800’lerde Vehhâbî ayaklanması döneminde de güvenlik nedeniyle Hac ibadetinin yapılamadığını yazdı. 1831 kolera salgını sırasında birçok Müslüman ülke gibi Osmanlı da hac ziyaretlerine kısıtlama getirdi. Covid 19 salgını esnasında Suudi Arabistan, Müslümanlara hac planlarını askıya alma çağrısı yaptı.
Can ve mal güvenliğinin olmadığı dönemlerde veya salgın koşullarında normal karşılanması gereken bu uygulama, Türkiye'de cumhuriyet düşmanlığının birer bahanesi haline getiriliyor.
Cerrâhi şeyhi Ahmet Özhan da geçen haftalarda katıldığı bir YouTube programında, "Bir parça dini metin okumak için insanlar odaları kilitler saklanırlardı. Ben yaşadım bunu" diyerek bir mağduriyet anlatısı daha türetmişti.
Özhan'ın "seküler" yaşam tarzına sahip olduğu yıllardan kalma fotoğrafları arşivlerden çıkarıldı... Genç hanımlara elleriyle şampanya doldurduğu bir fotoğrafını sosyal medya kullanıcıları, "Ve fotoda Ahmet Özhan dini metin okurken" yorumuyla paylaştı...
Bir parça dini metin okumak için insanların kendilerini odalara kilitleyip saklandığı dönemler... Sahi hangi dönemlerdi bunlar? İnsan aynı ülkede mi yaşıyoruz diye sormadan edemiyor.
TEKKE VE ZAVİYELER MESELESİ
Kabak tadı veren bu mağduriyet hikayeleri, inanan yurttaşların duygularını istismar etmekten öte pek bir anlam taşımıyor günümüzde... Yurttaşlar da bu hikayelere karşı şerbetlendi.
Bir diğer mağduriyet hikâyesi olan "Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması" konusuna dair yakında bir yazı dizisi hazırlayacağız.
Gerçekliğin nasıl çarpıtıldığına dair şimdilik birkaç örnek vermekle yetineceğim.
* * *
1859 yılına gidelim...
Abdülmecid saltanatının son yıllarında meydana gelen "Kuleli Vakası" Osmanlı Sultanına karşı bir suikast planı içeren başarısız bir darbe girişimiydi.
Bayezid Medresesi müderrisi Şeyh Ahmed Efendi'nin liderlik ettiği olayda ulemadan pek çok ismin yanında özellikle Nakşibendi tarikatına bağlı asker ve sivil bürokratlar yer aldı.
Hareketin lideri Şeyh Ahmed, darbe planını gece gerçekleştirmeyi düşünüyordu ancak 14 Eylül 1859 Çarşamba günü Şeyh Ahmed ve ihtilal cemiyetinin üyeleri, Kılıç Ali Paşa Camii’nde toplantı halindeyken yapılan bir baskınla tutuklandı.
Tutuklanan 41 kişiden 15’i Nakşibendi tarikatının Halidi koluna bağlıydı...
Tanıdık geldi değil mi?
Bu olaydan sonra Osmanlı, tekkeleri denetleme ve ıslah konusunda ciddi adımlar attı.
Devlet, 1866 yılında asıl amacından sapan, bid'at ve hurafe merkezine dönüşen tekkeleri denetlemek ve ıslah etmek üzere Şeyhülislâmlığa bağlı bir kurum olarak Meclis-i Meşâyih'i kurdu.
1826 yılında Bektaşi tekkeleri kapatıldığında, Bektaşilik yerine Nakşibendilik daha münasip bulunmuş ve öne çıkarılmıştı. Fakat 33 yıl sonra bu defa Nakşiler kazan kaldırıyordu...
"Ariflerin Kutbu" olarak anılan ve Halvetiyye tarikatının büyüklerinden olan Kuşadalı İbrahim Efendi (ö. 1846) mealen şöyle diyordu:
"Tekkelerde artık hayır kalmamıştır. Bunların kaldırılması lazımdır. Bunlardan artık insanlığa da, İslam’a da hiçbir hayır gelmez. Yeryüzünü bir tekke haline getirmek ve bütün yeryüzünde insanlığın hizmetinde faaliyet göstermek lazımdır. Zaten Hazreti Peygamber’in de bize bıraktığı budur. Evaile dönmek yani ilk zamana, özgün İslam’a dönmek lazımdır."
Tarikatların yozlaşması ve bunun sonucunda gelen devlet denetimi cumhuriyet öncesinden başlamıştı.
1800'lerin sonuna doğru iş o boyuta varmıştı ki Şeyülislamlık tarafından meşihati bulunmayan cami, mescit, türbe ve hanelerde zikir yapılması yasaklanıyordu. Bu uygulama "tek parti" döneminde olsa malum mağduriyet korosu "Allah adının anılması yasaklandı" derdi ama söz konusu olan Osmanlı Şeyhülislamlığı olunca sesleri çıkmıyor elbette...
DİN ELDEN Mİ GİTTİ?
Osmanlı döneminin Meclis-i Meşâyih üyelerinden olan Mehmet Şemsettin Ulusoy (ö. 1936), 1926 yılında şunları söylüyordu:
"Şimdi muhalifler diyor ki: 'Din elden gitti!' Ben de soruyorum; 'Nesi gitti? Evvelden ne var idi de şimdi yok."
Şemsettin Ulusoy, Halvetî şeyhiydi ve Niyâzî-i Mısrî Âsitânesi'nin son postnişiniydi. Tekkelerin kapatılmasıyla ilgili şunları söylemişti:
"Ne dine, ne millete, ne vatana maddi-manevî faidesi kalmayan bir müessese ilga edildi diye itiraza mahal var mıdır?"
İstanbul Tophane'de bulunan Kadirîhane'nin son şeyhi İsmail Gavsi (Erkmenkul) Bey’in oğlu Misbah Efendi de 2004 yılında, Tempo Dergisi'ne şunları söylüyordu:
"İsteseydim, 1957 senesinden beri İstanbul Milletvekili olarak Meclis’te görev alabilirdim. Siyasi olayların içerisine mümkün olduğu kadar girmemeye çalışıyoruz. Çünkü tasavvuf ehli dediğimiz, mürşid-i kamil de denen şeyh efendiler, alim hocalarımız siyaset yapmaz. Bizim görevimiz toplumu bölmek değil, tam tersine birleştirmektir."
Hal böyleyken günümüzde din adamından şeyhine, gazetecisinden siyasetçisine toplumu bölmek ve fitne tohumları ekmek için gösterilen bunca çaba karşısında hakikati ve cumhuriyeti savunmak boynumuzun borcudur.
Bugün her köşe başında bir cami, her TV kanalında bir vaiz var. Dernek ve vakıf adı altında binlerce tekke faaliyetlerini yürütüyor... Peki döne döne "tek parti" dönemine saran bu "efsane" korosunun günümüzdeki ahlaki çöküntüye dair söyleyecek tek bir sözü var mı?
Sinan Acıoğlu
babaocagi.com