Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde günlerdir tartışılan cinsel istismar iddiası, devletin en yüksek kurumunu sarsmakla kalmadı; aynı zamanda Türkiye’nin çocuk güvenliği konusundaki yapısal zaaflarını yeniden gündeme taşıdı. Meclis lokantasında staj yapan kız çocuklarının bir çalışan tarafından taciz edildiği yönündeki iddialar, kamuoyunda haklı bir öfkeye yol açtı. Çünkü bu iddia, sıradan bir disiplin sürecinin çok ötesinde bir anlam taşıyor. Karşımızda, devletin en korunmasız bireyleri olan çocuklara karşı görevini yerine getirip getirmediği sorusu var.

Olayın ardından yapılan kısa açıklama, yaşananların ağırlığını karşılamıyor. Genel ifadelerle geçiştirilen bir metin, bu ülkenin Meclisi’nde staj yapan çocuklara yönelik taciz iddiasını açıklamaya yetmez. Çünkü mesele, “gereği yapılacaktır” cümlesinden ibaret değildir. Bu iddia, bir devletin kendi kalbinde bile güvenliği sağlayıp sağlayamadığının turnusolüdür.

Bu noktada en net ve kararlı açıklamayı yapan isimlerden biri CHP Diyarbakır Milletvekili Sezgin Tanrıkulu oldu. Tanrıkulu, değerlendirmesinde:
• İddianın “tek başına bir rezalet” olduğunu,
• Meclis Genel Sekreterliği’nin açıklamasının yetersiz kaldığını,
• Olayın bağımsız bir komisyon tarafından araştırılması gerektiğini,
• Geçmiş yıllarda staj yapan tüm çocuklara ulaşılmasının zorunlu olduğunu,
• İhmali olan herkesin adli ve idari sorumluluk taşıdığını vurguladı.

Bu değerlendirme, olayın yalnızca bir failin davranışıyla sınırlı olmadığını; olası bir ihmal zincirinin de araştırılması gerektiğini gösteriyor.
Hukuki çerçeve de iddiaların ciddiyetini ortaya koyuyor:

• TCK 103, çocukların cinsel istismarını ağır suç olarak düzenler ve kamu görevlisinin dahli cezayı
artırıcı bir nedendir.
• TCK 105, fiziksel temas aranmaksızın her türlü cinsel tacizi suç olarak tanımlar.
• TCK 257, görevini ihmal eden ya da kötüye kullanan kamu görevlilerinin sorumluluğunu
düzenler.
• 6284 sayılı Kanun, istismar şüphesi doğduğunda devletin derhal koruma tedbiri alma
yükümlülüğünü öngörür.
• Anayasa’nın 41. maddesi, çocukların korunmasını devlete bağlayıcı bir görev olarak yükler.

Bu hükümler ışığında Meclis’teki iddia yalnızca bir kişinin suçlanması değildir; devlet mekanizmasının ne kadar şeffaf, hızlı ve güvenilir çalıştığının sınavıdır.

Tam da bu süreçte Türkiye’nin en köklü okullarından İstanbul Erkek Lisesi de benzer bir tartışmayla gündeme geldi. Okulda bazı kız öğrencilere yönelik taciz iddialarının yönetim tarafından geç ele alındığı, öğrencilerin ise “Biz söylemeseydik kimse duymayacaktı” diyerek tepki gösterdiği ortaya çıktı.

Bu iki örnek yan yana konulduğunda, sorun bireysel vakaların ötesine geçiyor: Türkiye’nin gençleri kendilerini güvende hissetmiyor.
Bir yanda yüz yıllık bir lise, diğer yanda devletin en yüksek kurumu…
İkisi de aynı soruna işaret ediyor: Çocuk koruma mekanizmaları işlevsiz.

DEVLETİN KORUMA MEKANİZMALARININ KISA TARİHÇESİ

Türkiye’de çocuk güvenliği konusundaki sorunlar bugün ortaya çıkmış değil. 1980’lerden itibaren çocuk esirgeme kurumlarında, yatılı okullarda ve devlet korumasındaki çocuk yurtlarında yaşanan istismar iddiaları, uzun süre sessizlik içinde ilerledi. Yetkililer çoğu vakayı “kurum düzeni zarar görmesin” gerekçesiyle kapalı kapılar ardında ele aldı.

1990’larda MEB’e bağlı bazı yurt ve yatılı okullarda yaşanan taciz vakaları ülke gündemine düşse de, kurumsal refleks hiç değişmedi: Süreçler geç başlatıldı, mağdurlar dinlenmedi, raporlar eksik tutuldu. O dönemde çocuk koruma politikası büyük ölçüde tepkisel bir yapıdaydı; olay yaşanınca hareket ediliyor, önleyici mekanizmalar ise geliştirilmediği için aynı hatalar yeniden yaşanıyordu.

2000’ler ve 2010’lar, Türkiye’de çocuk istismarının görünürlüğünün arttığı dönemler oldu. Devlet korumasındaki çocuk yurtlarında yaşanan olaylar TBMM’ye taşındı, bazı yöneticiler hakkında davalar açıldı. Buna rağmen çocukların güvenliği konusunda sistematik bir dönüşüm sağlanamadı. 6284 sayılı Kanun önemli bir adım olsa da, sahada etkin uygulanmadığı için pek çok olay hâlâ idari gecikmelere takılıyor.

Bugün Meclis’teki iddia ve İstanbul Erkek Lisesi’ndeki şikâyetler, Türkiye’nin onlarca yıldır aşamadığı bu yapısal sorunun güncel örnekleridir.
Sorun tekil faillerde değil; kurumların tepkiselliğinde, şeffaflık eksikliğinde ve denetim mekanizmalarının zayıflığında.

ULUSLARARASI PERSPEKTİF: BAŞKA ÜLKELER NASIL KORUYOR?

Benzer vakalar dünyanın farklı ülkelerinde de yaşanıyor, ancak aradaki fark kurumların verdiği tepki ve önleyici sistemlerin gücünde ortaya çıkıyor. Almanya’da her okul ve kamu kurumu için bağımsız bir çocuk koruma sorumlusu atanması zorunludur. Taciz iddiaları kurum içi disiplin sürecine değil, doğrudan bağımsız denetçilere iletilir. Her yıl “kurumsal güvenlik raporu” hazırlanır.

İngiltere’de “Child Safeguarding Board” adlı bağımsız kurul, taciz vakalarını soruşturur. Bir okulda taciz iddiası varsa sadece fail değil, okulun tüm güvenlik protokolleri incelenir. Yani konu kişisel değil; kurumsal bir mesele olarak ele alınır.

Fransa’da çocuklarla temas eden tüm kamu personeli için psikolojik değerlendirme, periyodik taramalar ve özel sertifikasyon zorunludur. Bu sistem, taciz vakalarının erken fark edilmesini sağlar.

Bu örnekler şunu gösteriyor: Gelişmiş ülkelerde taciz yalnızca “suç” olarak değil, aynı zamanda risk yönetimi başlığı altında değerlendirilir.
Türkiye’de ise süreç büyük oranda şikâyet sonrası başlar; önleyici mekanizmalar hâlâ zayıftır.

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ BAĞLAMI

Türkiye’nin yıllarca taraf olduğu İstanbul Sözleşmesi, hem kadınları hem de çocukları şiddetten ve istismardan korumayı amaçlayan en kapsamlı metinlerden biriydi. Sözleşme, devlete yalnızca cezalandırma değil, önleme, koruma, destek mekanizmaları ve bağımsız izleme yükümlülüğü getiriyordu. En önemlisi, kurumsal ihmalleri de sorumluluk kapsamına alıyordu.

Meclis’teki ve İstanbul Erkek Lisesi’ndeki iddialar, sözleşmenin neden hayati olduğunu bir kez daha gösterdi.
Çünkü İstanbul Sözleşmesi yürürlükte olsaydı:
• Soruşturma süreçleri daha şeffaf olmak zorunda kalacaktı,
• Taciz vakalarına karşı kurumların önleyici mekanizmaları güçlendirilmiş olacaktı,
• Bağımsız izleme organları süreci takip edecekti.

Bugün bu güvenceler yok. Bu nedenle uzmanlar, taciz vakalarının artık yalnızca ulusal iradenin kapsamına sıkıştığını, uluslararası koruma mekanizmalarının ortadan kalktığını belirtiyor.

SONUÇ: ŞEFFAFLIK SAĞLANIRSA DEVLET KAZANIR, KAPATILIRSA TOPLUM KAYBEDER

Şimdi temel soru şu: Meclis, kendi içindeki bu iddiayı tüm yönleriyle açığa çıkaracak mı; yoksa alışıldık reflekslerle dosyanın üstü kapatılacak mı?

Bu sorunun yanıtı yalnızca Meclis’in değil, Türkiye’nin çocuklara yönelik koruma kapasitesinin gerçek ölçüsü olacak.

Bir gerçek var ki artık gizlenemez: Bu iddia, “küçük bir olay” değildir; tam tersine, devletin sorumluluk duygusunu, şeffaflığını ve çocuklara yaklaşımını test eden büyük bir sınavdır. Dosya kapanırsa toplum kaybeder. Süreç şeffaf yürütülür, sorumlular hesap verir ve sistem güçlendirilirse, en azından bu ülkenin çocukları için doğru yolda bir adım atılmış olur.

Çünkü bir devletin gerçek gücü, kendi çocuklarını koruyabildiği gün ölçülür.
Ve Türkiye bu sınavı şimdi, tam da bu olaylarla vermektedir.