Prof. Şerif Mardin'in, cumhuriyeti temsil eden "öğretmenin" cami, imam, tekke ve esnaftan oluşan Osmanlı mirası mahalle yapısına karşı kaybettiğini ileri sürdüğü tartışmanın üzerinden 20 yıla yakın bir süre geçti. Aradan geçen 20 yılda, Hanya da Konya da artık daha net...

Prof. Şerif Mardin'in, cumhuriyeti temsil eden "öğretmenin" cami, imam, tekke ve esnaftan oluşan Osmanlı mirası mahalle yapısına karşı kaybettiğini ileri sürdüğü tartışmanın üzerinden 20 yıla yakın bir süre geçti.

"Mahalle baskısı" tartışmaları o dönem hızla dindar/laik polemiklerine evrilirken, taraflar argümanlarını "baskı" olgusu etrafında toplamış ve tartışma "laiklik", "muhafazakarlaşma", "yaşam tarzına müdahale" ekseninde sürmüştü...

Mardin'in tezleri öyle uç yorumlara kapı araladı ki, 2008 yılında Prof. Mardin, "Mahalle Baskısı, Ne Demek İstedim?” başlıklı bir toplantı düzenleyerek kendini daha net biçimde ifade etmeye çalıştı, "20. yüzyılda her türlü ham sofunun çok daha büyük miktarda ortada dolaştığına inanıyorum. (...) Eskiden ulema arasında fevkalade ince fikirli insanlar vardı. Ulemayı ortadan kaldırdık, şimdi İslam’ı çok bildiklerini sanan yüzbinlerce insan var" eleştirisini yaptı.

Prof. Mardin'in mealen, "Cumhuriyet öğretmeninin Osmanlı'nın mahalle imamına yenildiği" yönündeki görüşü, Osmanlı'da tutarlı bir "mahalle islamı" olduğu varsayımına dayanıyordu.

Oysa Cami/Tekke, Tekke/Medrese, Tekke/Saray gerilimleri ve birbiriyle dahi mücadele halinde olan tarikatlar ve zaman içinde yozlaşan Tekke kültürünün Osmanlı'dan başlayarak Cumhuriyet dönemine devrolunan sorunları malum olsa da konu Şerif Mardin tarafından dahi Cumhuriyetin mahalleyi "irşad" edecek bir değerler manzumesi sunamayışıyla açıklanmaya çalışıldı.

"KOOPERATİF KEMAL" KİME YENİLDİ?

Prof. Mardin'e göre, Cumhuriyet düşüncesinin "iyi, doğru ve güzel" hakkında bir düşünsel derinliğin olmaması sebebiyle Cem Yılmaz'ın "Erşan Kuneri" dizisindeki karikatürize edilmiş köy öğretmeni tiplemesi "Kooperatif Kemal" yani "idelist halkçı öğretmen", rekabeti "mahalle imamı" karşısında kaybetti.

İdealist cumhuriyet öğretmeninin mahalle imamına yenildiği genel kabul gördü...

Peki "Kooperatif Kemal" hakikatte kime yenildi? İdealist öğretmen gerçekten mahalle imamına mı, yoksa programlı bir karşı propagandaya mı kaybetmişti?

Dört koldan örgütlenmiş bir "soğuk savaş" konseptine ya da kendi "nefsine" yenilmiş olabilir miydi?

Diyelim ki hakikaten öğretmen imama yenildi...

Peki ne oldu? Halkımız "irşad" mı oldu? Durum ortada...

Prof. Mardin'in tezindeki "Osmanlı mahallesi" denilen birimde cami ve tekke ile analize dahil edilmeyen saray çevresi ile "medrese" gerçekten bir işbirliği ya da ahenk içinde mi çalışıyordu?

Bir önceki yazıda 1800'lerin sonuna doğru Osmanlı'da Şeyhülislamlık tarafından meşihati bulunmayan cami, mescit, türbe ve hanelerde zikir yapılmasının dahi yasaklandığını belirtmiştik.

Osmanlı mahallesinin çözülüşü cumhuriyet öncesinde başlamıştı.

Geleneksel yapı, tekke veya medrese fark etmeksizin, yaşanan bozulmadan payına düşeni alıyordu...

TEKLİF REFİK KORALTAN'DAN...

Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla ilgili kanun teklifi, daha sonra Celâl Bayar, Adnan Menderes ve Fuad Köprülü ile birlikte Demokrat Parti'nin (DP) dört kurucusundan biri olan Refik Koraltan ve arkadaşları tarafından meclise getirildi...

Koraltan, DP iktidarlarının sürdüğü 10 yıl boyunca da TBMM Başkanı olarak görev yaptı.

Tekke ve zaviyelerin kapatılması konusunda islamcılar Koraltan'dan bir özeleştiri istedi mi?

Tekke ve zaviyeleri kapatma kanun teklifinin Demokrat Parti (DP) kurucusu Refik Koraltan'a ait olması yanında "Hilafeti ilga" kanun teklifi de Kadirî Şeyhi Mustafa Saffet Efendi tarafından kaleme alındı.

Bu insanların gerçekten dine saldırmak için mi yaptı bunları?

Şayet öyleyse DP kurucularından neden hala inatla "islam kahramanı" çıkarılmaya çalışılıyor?

* * *

Kendisi de Uşşakî tarikatı mensubu olan Alper Çeker'in 2023 yılında yayımlanan "Devrana girip seyran edelim" isimli çalışmasında tekke ve zaviyelerin kapanması konusunda şu tespit yapılıyor:

"Cumhuriyetin ilanından sonra İngiltere'den aldığı para karşılığında devlete ayaklanan şeyhler oldu. 1925'te tekke ve zaviyelerin kapatılmasının gerekçeleri alt alta yazılsa, hiçbir mutasavvıf buna karşı çıkmaz."

Kanun koyucunun meseleye yaklaşımını göstermesi bakımından Çeker'in aktardığı şu tanıklık da önemli:

"Türkiye'de tekke ve zaviyelerle ilgili kanun çıktıktan sonra bile Türk kimliğinin kaybolmaması için Rumeli'deki şeyhlerin maaşlarının Türkiye Cumhuriyeti tarafından ödendiğini şeyh torunlarından dinlemiştim. Bu da cumhuriyet idarecilerinin tepkisinin gerçekten de tarikatlardaki yozlaşmadan kaynaklandığını gösterir."

"Elini vicdanına koyup yazmak" böyle bir şey olsa gerek...

Necip Fazıl'ın hocası Abdülhakîm Arvâsî dahi (ö.1943) tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla ilgili şu yorumu yapıyordu:

“Boş mekânları kapattılar. Bunlar zaten kendilerini kapatmıştı. İstanbul’a geldiğimde bid’at karışmamış çok az tekke vardı...”

Buna rağmen siyasal dinci çevreler 1925 yılında sanki zühd ve takva ehli, edeb timsali dervişler yetiştiren ocaklar bir tür din düşmanlığıyla söndürülmüşçesine bir propaganda yürütmeyi tercih etti.

İstanbul tekkeleri ve tarikatlar tarihine dair araştırmaları ile bilinen Cemaleddin Server Revnakoğlu, "içinde dünya kelamı edilmeyen tevhidhaneler son zamanlarda kahve ocağına dönmüştü" diyordu.

“Bu tekkeler kapanmayı hak etmişti. Çünkü bunların içinde İslam’ı muhafaza eden tekke fevkalade azalmıştı. Onun için Allah kapattırdı” diyen Abdülaziz Bekkine ise (ö.1952) Nakşibendi şeyhiydi...

Üstelik bunlar dünün bugünün sorunları da değildi...

15. yüzyılda yaşayan Eşrefoğlu Rûmî, "Müzekki’n-Nüfûs" adlı eserinde, "Zaman azdı ve karındaşların halleri dahi döndü. Tuğyan ve münâfık çoğaldı ve meşâyih kalmadı. Meşâyihe ve meşâyih sözüne itibar kalmadı" diyordu.

Çok daha gerilere de gidebiliriz... 10. yüzyılda yaşayan Ebu Hasan Buşencî, “Bugün tasavvufun ismi var ama hakikati yoktur. Daha önce ismi yoktu ama hakikati vardı” diyordu...

Bugün geldiğimiz noktada "mahalle" hem öğretmenini hem imamını hem de esnafını kaybetti... Geriye bol gürültülü ama anlamı eksik bir nostalji ve hamaset kaldı. Bu sebeple, 10. yüzyılda dahi tespit edilmiş bir sorunu "tek parti" uygulamaları ile açıklamaya çalışmak insan aklına bir hakaret olmasının ötesinde pek bir anlam taşımıyor.

Sinan Acıoğlu
babaocagi.com