Her şeyin anlamını kaybettiği bir çağda yaşıyoruz.

Şüphesiz 21’inci yüzyılın en korkunç gerçeği bu.

‘Anlam yoksunluğu’…

Bu yoksunluk, kavramların içini boşaltıyor.

Dahası, bildiğimiz tüm ayrımların sınırlarını belirsizleştiriyor.

İyi ve kötü ya da doğru ve yanlış gibi dikotomiler muğlaklaştı.

Kadın ve erkek gibi keskin ayrımlar bile sorgulanıyor!

Çünkü artık gerçek tek değil.

Çoklu, parçalı ve öznel bir gerçeklik söz konusu.

Hal böyle olunca toplumsal bir harç işlevi gören ortak inançlar ve değerler de ortadan kalkıyor.

İnsanları, olayları, kısacası dünyayı çözümlemek imkânsız hale geliyor.

Fredric Jameson, anlam yoksunluğunu muazzam bir örnek üzerinden ele alıyor.

Warhol’un Diamond Dust Shoes ve van Gogh’un A Pair of Boots yapıtlarını karşılaştırıyor.

O’na göre, van Gogh’un eseri her şeyden önce çözümlenebiliyor.

Yanı sıra ressamın yaşamı, yoksulluk ve kırsal emeğin zorluklarına ilişkin derin bir toplumsal anlam barındırıyor.

Botların görüntüsü, yıpranmışlığı, kullanılan renkler…

Tabloda bir çift ayakkabı üzerinden kocaman bir sistem eleştiriliyor.

Warhol’un eseriyse 21’inci yüzyıl gösterişçi yüzeyselliğinin habercisi niteliğinde.

Yalnızca bağlamsız bir estetik kaygıya işaret ediyor.

Resmin üzerindeki pırıltı kazınınca, geriye hiçbir şey kalmıyor.

İşte özellikle 1980’li yıllarla birlikte ortaya çıkan bu yüzeysellik, Türkiye’de de etkisini gösteriyor.

Çok satılan kitaplara, yayınlanan dizilere, çekilen filmlere bakın.

Gündüz kuşağı içeriklerine, yarışma programlarına, akşam haberlerine bakın.

Sosyal medya paylaşımlarına, en çok dinlenen şarkı sözlerine, çağın ünlülülerine bakın.

Bir gün her şey düzelse bile anlamın geri gelmesi zor görünüyor…