Cannes’da kaldırdığı yumruk, kimi için gururun kimisi içinse suskunluğun simgesiydi. Nuri Bilge Ceylan sinemada devrim yarattı belki, ama toplumun sessizliğinde kaybolan bir figüre mi dönüştü?
2014 Cannes Film Festivali’nde kazandığı Altın Palmiye ile yalnızca Türk sinemasının değil, tüm ülkenin gururu olmuştu Nuri Bilge Ceylan. O an sahnede Yılmaz Güney’in o meşhur jestini hatırlatan bir şekilde yumruğunu kaldırdı ve “Bu ödülü, tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme armağan ediyorum” dedi. Ancak o yumruğun yönü ve anlamı hâlâ tartışılıyor. Çünkü o yumruk, Yılmaz Güney’in yaptığı gibi bir eşitlik, özgürlük, adalet çağrısı mıydı; yoksa sadece bir “estetik duruşun” sembolü mü?
Türkiye’de her gün yeni bir haksızlık yaşanırken, bir sanatçının sessizliği artık nötrlük değil, tercihtir. Ceylan, mezunu olduğu Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanan protestolarda sadece imza atarak destek verdi ama “Ben sadece sinema yaparım” diyerek bir adım daha ileri gitmeyi reddetti. Elbette, hiçbir sanatçı toplumcu olmak zorunda değildir. Ancak ona “ülkesinin vicdanı” rolünü yükleyen seyirci, bu sessizlikle hayal kırıklığına uğradı.
Bugün Ceylan; yalnızlığın, bireyselliğin, yabancılaşmanın sinemasını yapıyor. Ama ironik biçimde, kendi halkını da yalnızlaştırıyor. Filmlerinde Türkiye’nin ruhunu anlatırken, o ruhun acılarına, çelişkilerine, bastırılmış seslerine dokunmaktan çekiniyor. Bu durum, onu bir sanat dehası olarak büyütürken, toplumla arasına soğuk bir mesafe koyuyor.
PAPAZ MI, PSİKOLOG MU, YÖNETMEN Mİ?
Ceylan’ın bu mesafeli tavrı yalnız toplumsal değil, sanatsal üretiminde de kendini gösteriyor. Oyuncularla kurduğu ilişki, sık sık “yönetmen otoritesi” ile “kişisel müdahale” arasındaki çizgide gidip geliyor. Nejat İşler, Mirgün Cabas’ın programında bu konuya açıkça değinmişti:
“Set bizim ibadethanemiz, özelimiz. Bir oyuncuya söylediklerini yayınlıyorsan… Yönetmen misin, psikolog musun, papaz mısın, nesin abi?”
İşler’in bu tepkisi, aslında sinemamızda az konuşulan bir meseleyi görünür kıldı: Yönetmenin gücü nerede başlar, oyuncunun özgürlüğü nerede biter?
Nuri Bilge Ceylan, “Ahlat Ağacı”nın kamera arkası görüntülerinde Bennu Yıldırımlar’la yaptığı bir sahne çalışmasını YouTube’da yayınladı. O görüntülerde oyuncusuna şöyle diyordu:
“Odaklanmayın, bırakın aksın kendi kendine.”
Belki bu söz, Stanislavski’nin “fiziksel eylemler” metodundan beslenen bir oyunculuk önerisiydi. Ancak mesele bu değil; mesele, o anın mahremiyetiydi. Bennu Yıldırımlar, yıllar sonra bu paylaşım hakkında “Etik olarak yanlış buluyorum” dediğinde, aslında sinemada “görünmeyen emek” ile “sergilenen ego” arasındaki farkı işaret ediyordu.
STANİSLAVSKİ'NİN SİSTEMİ VE CEYLAN'IN SINIRI
Stanislavski’nin yaratıcı oyunculuk sistemi, oyuncunun içsel deneyimlerinden yola çıkarak karakterin özüne ulaşmasını hedefler. Yani oyuncu, “ben”inden yola çıkıp “öteki”ye varır. Nuri Bilge Ceylan’ın sineması da bu içsel yolculukla ilgilidir; ama bazen yönetmenin “ben”i, oyuncunun “öteki”sinin önüne geçiyor.
Bennu Yıldırımlar’ın söylediği gibi, “6 saatlik bir kamera arkası epey fazla.” Çünkü bu artık sadece bir yaratım süreci değil, bir teşhir biçimine dönüşüyor. Oysa yaratıcı süreç, mahremiyet ister. Kamera arkasını göstermek, sanatı açıklamak değil, onu tüketmektir.
BİR DEVRİM Mİ, BİR DUVAR MI?
Nuri Bilge Ceylan elbette Türk sinemasının en özgün yönetmenlerinden biri. Görüntü estetiği, diyaloglarındaki derinlik, karakterlerinin varoluşsal yalnızlığı sinemamızda eşi benzeri olmayan bir alan açtı. Ancak bu derinliğin bir bedeli var: iletişimsizlik.
Sineması ne kadar incelikliyse, toplumla kurduğu ilişki o kadar kırılgan. Kimi onu “dönemin Bergman’ı” olarak överken, kimisi de “halka sırtını dönmüş bir entelektüel” olarak görüyor. Gerçek şu ki, Ceylan’ın yumruğu gökyüzüne değil, kendi içine kalkıyor.
Belki bu yüzden, o yumruk ne adaletin ne de umudun sembolü olabildi. Sadece bir yönetmenin kendi yalnızlığına selamı olarak kaldı.
Bir sinemacı toplumun vicdanı olmak zorunda değil. Ama sinema, insanın vicdanına dokunabildiği sürece yaşar. Nuri Bilge Ceylan’ın başarısı tartışılmaz; ancak sessizliği de artık “tarafsızlık” değil, “tavır” haline geliyor. Sanat, bazen sadece bir filmle değil, o filmden sonra söylenmeyenlerle de anlam kazanır.