Hafta sonu size Ferzan Özpetek’in yeni filmi Elmaslar’dan bahsetmek istiyordum. Roma’da bir moda evinde geçen, farklı kadınların hayatlarını, üzerlerindeki toplumsal baskıları ve kendi içlerindeki gerçek elmasları ortaya çıkarma çabalarını anlatan bir film… Ancak Türkiye’de sadece sanat konuşmak artık ne yazık ki bir hayal, hatta büyük bir lüks haline geldi.
Aslında bu yazıda uzun uzun filmi, görsel dilini, güçlü kadın karakterlerini, duygu yüklü anlatımını ele almak istiyordum. Ama ne yazık ki yaşadığımız ülkede sanatın sadece bir estetik ya da eğlence aracı olmasının dışında bırakılması, sanatın asli işlevi olan sorgulama, rahatsız etme ve toplumu düşünmeye sevk etme rolünün görmezden gelinmesi yüzünden, sadece sanat üzerine konuşmak neredeyse imkânsız hale geldi.
Henüz Elmaslar’ın etkisindeyken, Türkiye’nin gündemi bambaşka bir yöne evrildi. Afife Tiyatro Ödülleri’ndeki tartışmalar, özellikle Tamer Karadağlı’nın Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü'ne atanması hâlâ bir tartışma konusu iken, En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alan Devlet Tiyatroları Genel Müdür Yardımcısı ve Başrejisör Sükun Işıtan’ın sahnede Tamer Karadağlı’ya övgü dolu sözler söylemesi, tören sırasında protestolarla karşılaştı ve tiyatro camiasının tepkisini çekti. Bu olayın ardından gelen, “ünlüler” üzerinden yürütülen yasaklı madde operasyonları ise, popüler kültürün siyasetle olan keskin bağını bir kez daha dikkat çekti.
Bugün sanatçıların sadece “suyu sabuna dokunmayan” eğlence figürleri olmaları bekleniyor. Eğlence sektörü sterilize edilirken, sanatçının toplumsal meselelerde sesini yükseltmesi, tavır alması adeta rahatsızlık yaratıyor. Oysa tarih boyunca sanat; sorgulayan, rahatsız eden, görünmeyeni görünür kılan, cesur bir dil olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti Kanunları, kişinin mahkeme kararıyla suçlu bulunana kadar masum sayılması gerektiğini belirtir yani masumiyet karinesi temel bir haktır. Ancak medyada, özellikle magazinle harmanlanmış haberlerde bu ilke sıklıkla ihlal ediliyor. Gözaltına alınan bir kişi, mahkemeye çıkmadan önce dahi manşetlerde suçlu gibi gösteriliyor. Dahası, bu manşetler siyasi tercihlere göre şekilleniyor; örneğin iktidara yakın bir kanalda yayınlanan bir dizinin başrol oyuncusu, benzer bir listede olmasına rağmen medyada özellikle gizleniyor. Bu, gazetecilikten çok siyasi bir manipülasyonu anımsatıyor.
Medyanın tutumunda dikkat çeken başka bir yön daha var: Bazı isimlerin özenle gizlenirken, bazı kişilerin öne çıkarılarak kamuoyuna sunulması, kamu algısını etkileyen seçici bir yaklaşımı ortaya koyuyor. Bu durum, hukuki süreç tamamlanmadan yapılan haberlerin, toplumsal algı üzerinde yönlendirici bir etkisi olabileceğini gösteriyor.
Gözaltına alınan herkesin hukuki anlamda savunma hakkı vardır. Avukata erişim, suçlamalara ilişkin bilgi edinme ve delillere ulaşma hakları anayasal güvence altındadır. Ancak, bu haklar, kamuoyunda linç edilmiş bir kişi için ne derece anlamlıdır?
Yasaklı madde kullanım yaşının giderek düşmesi ve deniz yoluyla yapılan büyük çaplı sevkiyatların artması, bu alanda ciddi ve kapsamlı bir mücadele gerektiğini gösteriyor. Ancak bu çerçevede kamuoyuna yansıyan bazı operasyonların, özellikle tanınmış kişilere odaklanması, toplumda bu uygulamaların gerçek bir mücadeleden çok, daha çok simgesel bir anlam taşıdığı yönünde yorumlanmasına yol açabiliyor.
Gazeteci Şenay Aydemir’in de işaret ettiği yeni sistem, popüler kültür alanını zor yoluyla kontrol altına mı almak istiyor. Bunu yaparken de “ahlak, değer, dini hassasiyet” gibi kavramları toplum adına koruduğunu iddia ediyor.
İşte tam da burada anlaşılıyor ki mesele sadece uyuşturucu ya da magazin değil. Asıl mesele, popüler kültür alanına uygulanan siyasi baskı ve tahakküm. Çünkü müzik, tiyatro, sinema ve sahne hâlâ toplumla doğrudan bağ kurabilen ve düşünceyi yayabilen nadir mecralar.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 26. maddesi şunu hükme bağlıyor: “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya topluca açıklama ve yayma hakkına sahiptir.”
Ne var ki bugün bir sanatçının sahnede düşüncelerini özgürce dile getirmesi, iktidar çevrelerinde ciddi bir tehdit olarak algılanıyor. Çünkü düşünce özgürlüğü ancak güçlü bir devlet yapısı ile sürdürülebilir; güçsüz iktidarlar ise özgürlükten ziyade itaat ister.
Belki de yaşadıklarımız, Afife Jale Töreni’nde sahnede dile getirilen görüşlerin ardından oluşan tepkilerin bir yansımasıdır. Bu gerilim, sanat dünyasındaki farklı duruşlara karşı bir tür sessiz karşılık olarak okunabilir. Belki de mesele, sanatın yalnızca belli bir görüşe, belli bir çevreye ait olduğunda makbul sayıldığı bir anlayışın etkisidir. Çünkü sorgulayan bir sanatçının varlığı, düşündüren bir oyunun sahnelenmesi ya da toplumla güçlü bağlar kuran bir şarkıcının sesi, bazen mevcut yapılar için rahatsız edici olabilir. Oysa sanat, tam da bu rahatsız edici sorularla gelişir ve topluma ayna tutar.
Ama unutulmamalı ki: Sanat, korkuyla değil cesaretle yapılır. Ve toplum, ancak cesaretle dönüşebilir. Topluma düşen en önemli görev ise insan haklarını, özgürlükleri ve eşitliği savunan sanatçıların yalnız bırakılmamasıdır.