Biz İstanbul’da yaşayanlar, her gün büyük bir metropolün kalabalığına, telaşına ve karmaşasına bakarak hayatımızı sürdürüyoruz. Benim için İstanbul, sadece bugünün betona sıkışmış kargaşası değil; geçmişin izleriyle dolu sokakları, çok kültürlü yapısı ve eski mimarisinin büyüsü. O mirasa, o derin tarihe âşığım. Fakat bugün size İstanbul’u değil, başka bir kenti, Çanakkale’yi yazmak istiyorum. Çünkü Çanakkale’ye baktığımda, İstanbul’da özlediğim o dinginliği, doğallığı ve insana dokunan bir samimiyeti görüyorum.
Çanakkale’ye her adım attığımda, önce denizin serin esintisi karşılar beni. İstanbul’da deniz hep bir telaşın, bir aceleci vapurun gölgesindedir; ama burada deniz nefes aldırır insana. Kordon boyunca yürürken dalgaların sesiyle karışan kahkahalar, balıkçıların sabırlı bekleyişi, yan yana oturan gençler ve yaşlıların sohbeti… Hepsi bir bütünün parçası gibi.
Çanakkale, mavisiyle, yeşiliyle, Troya’ya dayanan tarihiyle ve Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ndeki yeriyle bir deniz kenti. Onu Antalya, Bodrum ya da Çeşme gibi turistik şehirlerden ayıran en önemli unsur, sanat, tarih ve doğanın iç içe varlığı.
Ama Çanakkale’yi farklı kılan bir başka özellik daha var: Bu mirasa sahip çıkan halkının duyarlılığı. Burada esnaf, gelen turist arasında ayrım yapmaz; yerli turiste de değer verir, ücretlere keyfi zam yapmaz. Çanakkale halkı, deniz kadar berrak, orman kadar içten.
Çanakkale’nin deniz kokusunu taşıyan rüzgârında yürürken, kordon boyunda dev bir siluet karşılar bizi: Truva Atı. Ahşap gövdesiyle denize yaslanan bu heykel, binlerce yıl öncesinden bugüne uzanan bir hikâyeyi yeniden yaşatıyor. Ama öyküsü yalnızca Homeros’un dizelerine ya da Troya’nın yıkımına ait değil; Hollywood’un ışıklarından çıkıp Çanakkale’nin kalbine yerleşmiş bir yolcu. 2004’te Brad Pitt’in başrolde yer aldığı “Troy” filmi için inşa edildi ve filmden sonra Çanakkale’ye hediye edildi. Bir sinema dekoru olmaktan çıkıp, şehrin belleğine kazındı.
Bugün Cumhuriyet Meydanı’na uğrayan herkes, o atın gölgesinde durup fotoğraf çeker. Turistler için bir anı nesnesi, çocuklar için dev bir oyun figürü, bizler içinse tarihle sinemanın buluştuğu sıra dışı bir simge.
Fakat Çanakkale’nin belleği yalnızca heykellerle yazılmıyor. Güzelyalı’daki orman yangınlarından sonra yanmış ağaçları ve evleri görünce içimde bir şey koptu. Denize yakın bu bölgenin yanması tesadüf müydü? Yeni yapılan köprü, her köşe bucak satılan araziler… Tüm bunlar bende şu soruyu uyandırdı: Acaba biz kendi kimliğimizi mi yitiriyoruz? Truva Atı meydanda dimdik dururken, şehir ormanın yokluğunu hissetti; çünkü tarih kadar doğa da bu kentin hafızasının bir parçası.
Ben meseleye “kimse gelmesin, az olsun bizim olsun” seçkinliğinden bakmıyorum. Aksine, Çanakkale’nin paylaşılmasına, sevilmesine karşı değilim. Ama rant ve kâr uğruna bu şehrin değerlerinin yok olması beni derinden üzüyor. Yine de umudumu kaybetmiyorum; halkın duyarlılığı, esnafın misafirperverliği ve doğaya sahip çıkma bilinci sayesinde, Çanakkale hâlâ yaşanabilir ve korunabilir bir şehir olarak varlığını sürdürüyor.
Bazen düşünüyorum: Çanakkale, kendi destanını zaten kanla ve gözyaşıyla yazmış bir şehir. Troya’dan Çanakkale Savaşı’na, orman yangınlarından bugüne kadar nice hikâyeyi bağrında saklıyor. Bu yüzden Truva Atı yalnızca bir heykel değil; geçmişle bugünü, acıyla umudu birbirine bağlayan sessiz bir köprü.
Çanakkale’nin meydanında Truva Atı’nın gölgesinde fotoğraf çekmek elbette anlamlı; çünkü heykel binlerce yıllık bir destanı bugüne taşır. Ama aynı zamanda yanan ormanların yerine fidan dikmek, onları büyütmek ve çocuklara nefes olacak yeni hatıralar bırakmak da en az o kadar önemli. Çünkü bir şehrin belleği toprağın kokusunda, ağaçların gölgesinde ve kuşların sesinde de yaşar.
Truva Atı, Çanakkale’nin göğsünde bize her gün geçmişi hatırlatırken, aynı zamanda geleceğe dair sorular fısıldıyor: Biz bu mirasın neresindeyiz? Ve yeniden yeşerecek ormanların yanında durabilecek miyiz?