Şer korosuna "doğruları anlatmakla" bir yere varılamayacağı ortadaydı. Duygusal canlılık korunmalı, “yapıcı öfke” ve “onur” diri tutulmalıydı... Nihat Ağabey'in yaptığı da buydu ve bunu layığıyla yerine getirdi.

Nihat Ağabey dün aramızdan ayrıldı...

En son Ramazan Bayramı'nda, o hasta yatağındayken bayramlaşabildik. Meğer son irtibatımız olacakmış: "Sizin de mübarek olsun güzel kardeşim."

Şimdi o "güzel kardeşim" yankılanıyor içimde...

Çok şey borçluyuz Nihat Ağabeye...

* * *

2005 yılında, Murat Belge, Şahin Alpay ve Şerif Mardin gibi sol liberalizmin şeyhlerince başı çekilen bir grup tarafından organize edilen "Ermeni Konferansı" Cemil Çiçek'in karşı koyması nedeniyle ertelenince geniş çaplı bir krize neden olmuştu.

Nihat Ağabey, Akşam gazetesindeki köşesinde, "Türkler niye hep haksız" diye soruyordu. "Bunların güya bir düşmanları var, resmi tarih tezi. Bir statüko, bir devlet tezi, tutturmuşlar" diyerek konferansçılara "veryansın" etti... Yazının ardından Nihat Genç kitaplarının yayıncısı olan İletişim Yayınları, "faşizan bir çizgiye kaydı" diyerek Nihat Ağabey ile ipleri kopardı.

Öyle bir dönem ki Kürşat Bumin Yeni Şafak'ta Ermeni Konferansı'nı savunuyor, Nihat Genç'in eleştirileri için "deli zırvası" diyordu... Deli olmadan veli olunmaz derler ya işte...

Aslında perşembenin gelişi de çarşambadan belliydi fakat yaşımız henüz gençti...

O dönem göremediğimiz bir "el" tarafından sokaklar hareketlendiriliyor, "statüko" ve "müesses nizam" goygoyları arasında Ergenekon ve Balyoz kumpaslarına doğru gidecek olan yolun taşları döşeniyordu.

Dönemin ana akım sosyalist solu da İletişim Yayınları ile aynı çizgideydi.

Roni Margulies, "Milliyetçiliğin adına 'vatanseverlik' ya da 'ulusalcılık' demek milliyetçiliği daha masum hale getirmez. 'Halkımı, vatanımı, milletimi severim' gibi söylemlerden kurtulmamız gereklidir" diyordu.

Şu laflara bakın... Margulies'e göre "halkı sevmek" bile suçtu... Roni Margulies akıllıydı ve Nihat Genç deliydi öyle mi?

Ufuk Uras, Zaman Gazetesi'ne demeç vererek, “Ulusalcılık ile milliyetçilik arasında bir fark yok, salatalığa hıyar denilince adı değişiyor ama tadı değişmiyor” gibi tipik Ufuk Uras çıkışlarıyla FETÖ'ye yaranmaya çalışıyordu. El artırıp "yurtseverlik eşittir milliyetçiliktir" diyenler de vardı.

BirGün yazarı İnönü Alpat'ın Ufuk Uras'ı eleştirdiği yazısı yayımlanmıyor, kendisine rest çekiliyordu.

"Kemalizm, emperyalizmin işgali altındaki bir ülkenin devrimci-milliyetçilerinin bir milli kurtuluş bayrağıdır" diyen Mahir Çayan hiç yaşamamışçasına yazılıp çiziliyordu...

Bugün belki abartılı gelecektir ama kemalizm, antiemperyalizm, milli kurtuluş ve bağımsızlık düşüncesi, kendilerince hegemonya kurdukları o dar dünyalarda kriminalize edilmişti. Mürebbiye gibi başımıza dikilen adamlar ve kadınlar solda "ulusalcı" avına çıkıyordu.

* * *

Psikolojik harp, kitlelerin değer yargılarını ve en temel doğrularını hedef alır. Psikolojik harp teknikleri kafa karışıklığı, umutsuzluk, yabancılaşma, değersizlik duygusu yaratmayı amaçlar.

Ergenekon operasyonlarını yürütenler dalga dalga düzenledikleri operasyonlarla akla hayale sığmayacak deli saçması iddiaları manşetlere taşıyor, her dalganın yarattığı şok, kitleleri kafa karışıklığına ve umutsuzluğa sürüklüyordu.

Nihat Ağabey FETÖ aparatlarının bu şoklarına, karşı şoklarla yanıt veriyordu...

İnsanlar duygusal olarak uyuştukça manipülasyona daha açık hale gelir. İçine yuvalandıkları TSK'yı, Fatih Cami'ni bombalayacak bir "terör örgütü" gibi lanse eden bu şer korosuna karşı oturup akademik makale mi yazılacaktı?

"Bin yıllık tarih, ellerinde kazma, devam edecekler... Özgürlük deyip, aydınım deyip sallayacaklar... Ama bu tarih bin yıllık, çok uğraşmaları lazım. Çünkü kazmayla yıkılamayacak şeyler var. Şimdi mesela Yunus Emre'nin, Mevlana'nın neresine vuracaksın kazmayı... Allah insanı çarpar! Peki toptan şehit olmuş 57. Alay'ın neresine vuracaksın kazmanı!" diyordu...

"Bir tornadan çıkmış, vakıf desteklerinden beslenmiş, yabancı ajan servislerince piyasaya sürülmüş bu insanların bu cüretleri ve küstahlıklarının altında ne var? Biz, 1. Dünya Savaşı bitti diyoruz, bitmedi diyorsanız, bir daha gelin, öyle uyduruktan demokrasi, özgürlük, aydınım, lafları yemiyor artık."

Bu şer korosuna "doğruları anlatmakla" bir yere varılamayacağı ortadaydı. Duygusal canlılık korunmalı, “yapıcı öfke” ve “onur” diri tutulmalıydı... Nihat Ağabey'in yaptığı da buydu ve bunu layığıyla yerine getirdi.

Psikopolitik bir saldırı vardı... Nihat Ağabeyin elindeki silah edebiyattı, sanattı, mizahtı...

Dili sertti, sövmeseydi iyiydi deniliyor. "Halkımı, vatanımı, milletimi severim gibi söylemlerden kurtulmamız gereklidir" diyen bir kafaya karşı gayet de kibar konuştu...

* * *

Ankara sokaklarında, Tunalı'da ya da Bahçeli'de veya Ziya Gökalp Caddesi'nde aniden karşınıza çıkardı Nihat Ağabey...

Beş yıl önce Ankara'ya ilk taşındığımda da onu aramıştım.

"Ben Ankara’yı hiçbir zaman sevmedim" diyordu. Allah var, 15 yıllık İstanbul hayatı sonrası ben de bir türlü sevemedim Ankara'yı ama yine Nihat Ağabey ile aynı sebeple tahammül edebildim:

"Bağımsızlığın şehridir burası ve biz de burada bekçiyiz, nöbetçiyiz. Böyle bir özelliği var Ankara’nın. Bu doğru bir şeydir. Atatürk’e yakınsın, Hacı Bayram Veli’ye yakınsın..."

Ankara ona göre "Hacı Bayram-ı Veli toprağı" idi...

Ankara dışına çıkarsak, dönüş yolunda mümkün olduğunca önce Hacı Bayram-ı Veli'ye uğrarız.

Yıllar nasıl da aynı yolları yürütüyor...

"Ben burada duramam. Benim şehirlerim başka şehirlerdir. Param olmadığı için buralarda kaldım" diyordu.

Nihat Ağabey "ten" emanetini yarın Ankara'ya bırakacak ama özlemini duyduğu başka şehirlerinde yaşayacak memleketinin...

"Bu topraklarda bizim gibi düşünenler yeniden doğacak, yeniden gelecekler" diyordu.

"Mana eri bu yolda
Melul olası değil
Mana duyan gönüller
Hergiz ölesi değil

Ten fanidir can ölmez
Çün gitti geri gelmez
Ölür ise ten ölür
Canlar ölesi değil"

* * *

Aynı dönem Odatv'de bulunmak ve kitapları için kapak tasarlamak da nasip oldu bana...

Şimdi yine o son "güzel kardeşim" yankılanıyor içimde...

Son sözü Nihat Ağabeye bırakalım:

"Ne diyordu bin yıl önce kelleleri kesilenler, biz öleceğiz ama yine dirileceğiz.

Şeriatçılar, 'siz İsa mısınız yeniden dirileceksiniz' dediler. Hayır, bu topraklarda bizim gibi düşünenler yeniden doğacak yeniden gelecekler.

Bu başı kavgaya veren yüzbinler milyonlar hala bu topraklarda hala aynı insanlık ateşiyle aynı aşkla başını kavgaya vermek için sırasını beklemiyor mu? Başını kavgaya vermek için hala başını dik tutmuyor mu?

Kardeşlerim, Türkler bin yıl önce günümüzün moda deyimiyle güncellemeyi çoktan yapmıştır, yukarıdaki felsefeleri dinden saymayıp çıkarttığınızda elinizde sadece iki yobaz cübbeli hoca kalır, gerçek budur, bu yüzden camiler bomboştur, ve ama hayata ve insanlara kalbiyle aşkla coşkuyla eşitleyerek bölüşerek bakan insanların sayıları ve gücü daha fazladır."

Hoşçakal güzel ağabey...

Mekanın cennet olsun.

Sinan Acıoğlu
babaocagi.com