Her sabah uyandığımız, sokaklarında büyüdüğümüz, anılar biriktirdiğimiz şehirler…
Bir zamanlar kimliğimizin, kültürümüzün aynasıydı.

Şimdi ise her geçen gün biraz daha uzaklaşıyoruz onlardan; çünkü şehirler artık büyümüyor, hatıralarıyla birlikte dağılıyor.

İtalya’da ve muasır medeniyetler seviyesine ulaşmış dünyanın birçok ülkesinde şehrin kalbi olan yerler korunurken, bütün milletlerin bir araya gelip elde edemeyeceği cennet vatanımızda geçmişe dair neredeyse hiçbir iz kalmıyor.

Türkiye’de şehirler uzun süredir merkezlerinden dışarıya doğru genişliyor. Eskiden kentin kalbi olan mahalleler, çarşılar, meydanlar yavaş yavaş boşalırken; yeni hayat, alışveriş merkezleriyle dolu sitelerin ve rezidansların çevresinde şekilleniyor.

Bunun en belirgin örneği Türkiye’nin kalbi Ankara’dır.
Eskiden gündelik hayat Ulus ve civarındayken, artık Çayyolu, Yaşamkent, Beytepe gibi bölgelere doğru şehir kaydı.
Ulus neresi, kimse bilmiyor.
Kızılay ise bir yerden bir yere gitmek için sadece bir geçiş noktası haline geldi.

Oysa Roma’da, Floransa’da ya da Prag’da tarih sadece korunmuyor, yaşanıyor.
İnsanlar yüzyıllar öncesinden kalan taş sokaklarda yürüyüp aynı meydanlarda buluşuyor.

Bizde de bir zamanlar İstanbul’un sokakları, Ankara’nın tiyatroları, Antalya’nın Kaleiçi böyleydi.
Her köşede bir hikâye, her binada bir hatıra vardı.

Şimdi İstanbul’un tarihi sokaklarında her gezdiğimde içimi bir hüzün kaplıyor.
Çünkü bu kutsal şehirde bile tarih korunamamış, unutulmaya yüz tutmuş, adeta terk edilmiş.
Ve bunda hepimizin bir payı var.
Eski yapıları korumak yerine kentsel dönüşüm istemişiz; şehre beş AVM yeterken biz yirmi tane daha istemişiz.
Çünkü biz, insanoğlunun ne olduğunu unutmuşuz.
Gözümüzü, gönlümüzü hırs bürümüş; kentlerimizi mahvetmişiz.

Ama hiçbir şey için geç değil.
Geleceği inşa edenler, geçmişi bilenlerdir.

Bizler de geleceği kurmak istiyorsak geçmişimize sahip çıkacağız; şehirlerimizi, sokaklarımızı virane halde bırakmayacağız.

Bir ülkenin şehirleri ruhunu kaybederse, geriye ne kalır?