Türkiye’de müzeler hızla çoğalıyor, ziyaretçi sayısı da artıyor. TÜİK’in geçtiğimiz hafta açıkladığı rakamlara göre 2024’te müze sayısı yüzde 5 artışla 636’ya ulaştı. Ziyaretçi sayısı ise yüzde 10,6 yükselerek 61,7 milyona çıktı. İlk bakışta bu tablo, kültürel hayatımızın canlandığını düşündürüyor. Fakat sayılar her zaman gerçeği tam olarak anlatmıyor. Çünkü asıl mesele şu: Müzeler artarken biz gerçekten artıyor muyuz? Yani müzeler, toplumun düşünme ve üretme kapasitesini büyütüyor mu, yoksa sadece turistik birer vitrin olarak mı kalıyor?

Nicelik mi, nitelik mi?

Yeni müzelerin açılması kuşkusuz umut verici. Anadolu’nun dört bir yanına yayılan bu mekânlar, binlerce yıllık tarihimizi görünür kılıyor. Ancak mesele yalnızca bina sayısının artması değil; o müzelerin nasıl işlediği, kime ulaştığı, hangi sorumluluğu üstlendiği.

Her 135 bin kişiye bir müze

TÜİK’in verilerine göre 86 milyonluk nüfusta her 135 bin kişiye bir müze düşüyor. Avrupa ile kıyaslayınca geride olduğumuz açık: Almanya’da bu oran 50–60 bin kişiye bir müze. Ziyaretlere bakınca da tablo düşündürücü. Türkiye’de kişi başına yıllık 0,7 müze ziyareti düşüyor. Yani ortalama bir vatandaş, yılda bir kez bile müzeye gitmiyor.

Ziyaretçi kim?

Artış rakamlarında yabancı turistlerin büyük payı var. Kapadokya, Göbeklitepe ya da İstanbul’daki müzeler turistik rotaların gözdesi. Peki ya yerli halk? Öğrenciler, öğretmenler, gençler… Onların müzeye erişimi ne durumda?

Neden gitmiyoruz?

Ekonomi burada belirleyici. Bilet fiyatları, ulaşım masrafları, gündelik hayatın yükü derken müze gezisi çoğu aile için lüks görünüyor. Politik düzlemde ise kültür politikalarının yetersizliği öne çıkıyor. Müzeler eğitimle bütünleşmiyor, yerel halka kendini ait hissettiremiyor. Dolayısıyla müzeler, çoğu zaman kendi toplumuna değil, turistlere seslenen mekânlar hâline geliyor.

Politik–kültürel nedenler
Müzeler eğitim sistemiyle bütünleşmiş değil; okul gezileri sınırlı, çocuklara ve gençlere yönelik sürekli programlar yetersiz. Toplumda müze algısı çoğu zaman “turistlerin uğradığı yer” düzeyinde kalıyor. Oysa müzeler, kimliğimizi ve kolektif hafızamızı taşıyan mekânlar olmalı. Yönetim anlayışı da katılımcılıktan uzak. Yerel halkın, sanatçıların ve öğrencilerin sürece dahil olamadığı, müzenin “halkın evi” gibi hissedilmediği bir ortamda aidiyet duygusu gelişmiyor. Üstelik kültür–sanat alanına ayrılan bütçeler sınırlı; yeni müzeler açılsa bile içerik ve erişim politikaları halkın ilgisini çekecek şekilde kurgulanmıyor.

Dünyada müzeler nasıl dönüşüyor?

Bugün dünyada müzeler yalnızca eserlerin sergilendiği mekânlar değil. Çocuk atölyeleri, gençler için yaratıcı programlar, teknolojik ve interaktif deneyimler… Müzeler yaşayan organizmalara dönüşüyor. Bizde de bu dönüşümün örnekleri var. Ancak hâlâ pek çok müze “tozlu vitrinlerin” ötesine geçemiyor.

Sayılar mı, hayatımıza dokunuş mu?

Nicel artış elbette önemli. Ama asıl mesele, müzelerin topluma ne kattığı. Bir ziyaretçi müze kapısından çıktığında yalnızca bir eser görüp geçiyor mu? Yoksa kendi kimliği, geçmişi ve geleceği üzerine düşünmeye davet ediliyor mu?

Müzeler artıyor, evet. Fakat biz de artıyor muyuz? Kendi kültürümüzle bağ kurabiliyor muyuz, yoksa sadece turistlere mi ev sahipliği yapıyoruz? Eğer müzeler, toplumun düşünme ve üretme kapasitesini beslemiyorsa, artış sadece bir istatistikten ibaret kalır.