Étienne Gilson’un şu sözüyle başlayalım: “Eskilerin bilinmemesi, yeni şeyler düşünüldüğü kuruntusunu kolaylaştırır.”
Gilson’un bir felsefe tarihçisi olduğunu da hatırlarsak, “eskiler” derken yalnızca tarihsel olaylar veya kronolojilerden değil; dillendirilmemiş düşüncelerden, bastırılanlardan veya bilinçdışının derinliklerine saklanmış arketiplerden de söz ettiğini ileri sürmek mümkün.
“Kızlar Soruyor” isimli yarı mizahi platformda “Yunan mitolojisi hikayeleri sizce de saçma değil mi?” diye soran bir kullanıcı, sorusuna yaptığı yorumda şöyle diyor: “Bana çok saçma geliyor olaylar ama enteresan olan, bunlara inananlar var...”
Oysa mitleri birer tarihsel anlatı değil kolektif bilinçdışının dili olarak görürsek kimi saçma görünen şeylerin gayet anlaşılır olduğunu fark edebiliriz.
Mitlerin “saçma” görünmesine sebep olan şey, onların doğasını bilmemekten ileri gelir.
Mitolojik anlatılar bu bakımdan da bir inanç konusu değildir. Kırmızı Başlıklı Kız ya da Keloğlan’a inanıp inanmamak gibidir…
HERMES’İN ASASI
Bir önceki yazımızda Hermes’in bir “haberci arketipi” olduğundan söz etmiştik.
Onun çift kanatlı, çift yılanlı “Kadüse” isimli asası, hem “ateş çıkarma” hem de “uzlaştırma” gücüne sahipti. Yani kolayca yorumlanacağı üzere Hermes'in Asası, hem "savaş" çıkarabiliyor hem de "barış" getirebiliyordu.
Bu sembol, modern gazeteciliğe fazlasıyla benziyor.
Bir manşet, provokatif bir dille toplumu ateşe sürükleyebilir; ya da gerçeğe sadık kalındığında çatışmaları yatıştırıp ortak zemine davet edebilir. Bazen de ne yazık ki bizzat gerçekler "çatıştırıcı" olabilir...
Bu anlamıyla, gazeteciliğin hem bir "zekâ şovu" hem de aynı zamanda bir "etik sınav" olması onun büyük mesleki zorluğunu oluşturur...
Hermes'in Asası'na geri dönelim:
Efsaneye göre Hermes, abisi Apollon’un hediye ettiği bastonun “uzlaştırma” gücünü öfkeyle birbirine saldıran iki yılan üzerinde dener. Asa araya girince yılanlar kavgalarını unutur. Asaya sarılır ve birlikte Kadüse sembolünü oluştururlar.
Bu sembol genel olarak ticaretle, müzakereyle, yazı ve belagatla ilişkilendirilir.
Fakat zaman içinde ne olmuş, nasıl olmuşsa Kadüse, "sağlığın sembolü" haline gelmiştir. Türk Tabipler Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı'nın logosunda da bu sembol hatalı olarak kullanılır.
Konuya girmişken anlatalım:
Tek yılanlı olan Asklepios'un Asası ile karıştırılan Kadüse sembolü 1902'de Amerikan ordusundaki tıbbi birlikler için amblem olarak kullanılınca bu karmaşanın başladığı rivayet edilir.
2018 yılında Sağlık Bakanlığı da aynı hataya düşer ve 2012 yılına kadar logosunda bulunan Asklepios'un Asası, önce başka bir sembolle, 2018 yılında ise hatalı bir biçimde Kadüse sembolüyle değiştirilir…
Buradan da görülebileceği üzere Hermes, dolaylı da olsa yanlış anlaşılmalara sebep vermek ve "ortalık karıştırmak" konusunda en az iki düzeyde, "sanki yaşamış" ya da "hala yaşıyormuşçasına" bir etki gücüne sahiptir…
* * *
Yazar Bahaeddin Sağlam şöyle diyor:
"Hatırlatalım ki, gerçek mitolojik ve doğru dinî bilgiler tarihî malzeme değiller. Her zaman her yerde görülebilen evrensel yasaların ifadesidirler, arketiptirler. Bu bilgileri ‘tarih’ olarak okumak, insanlığı uzun zaman boyunca şaşırtmıştır."
Şaşırmaya da şaşırtmaya da gerek yok… “Gerçek tarih" ile "efsaneleri" birbirinden ayırmak elbette gereklidir:
"Çankaya'nın eski adı Ezantepe'ydi, Lozan Antlaşması ile İslam kültürüyle alakası olmayan 'Çan' ve ‘Kaya' yan yana getirildi ve tepeye isim olarak verildi" diyerek yalan uydurmak ve bunu "tarih" diye sunmak bir düşmanlık motivasyonu içermiyorsa şayet sadece basit bir "salaklıktır" deyip geçebilir miyiz? (Bknz: İşte Lozan'ın 'en gizli' maddeleri...)
Sanılmasın ki bu kadar saçma ve başarısız yalanlar yalnızca sosyal medyada üretiliyor... Bu sebeple yazı dizimizin bir bölümünü de düşman uçaklarından atılan bildirilere benzeyen Taraf'a ayırdık. (Bknz: 'Taraf' kapatıldı peki ama fikirleri?)
Bugün farklı isimler altında aynı zihniyetin devam ettiğini görmek ise şaşırtmaya devam ediyor.
Tam da burada “Eskilerin bilinmemesi, yeni şeyler düşünüldüğü kuruntusunu kolaylaştırır” sözünü tekrarlayalım.
Osmanlı devrinden beri inanan insanların inançlarını istismar etmeye yönelik uydurulan “Türkler İslamiyet’i geri bıraktı”, "Din elden gidiyor” türü söylemler Osmanlı sonrasında da cumhuriyet idaresi için uyarlandı.
Her devirde bir biçimde ortaya çıkan bu iftiralar, Ezantepe örneğinde olduğu gibi bir takım hurafe ve efsanelerle tekrar tekrar üretildi.
Kimi dönem Didon Arif’in sakalından, kimi dönem Derviş Vahdeti’nin redingotundan kimi dönem de Kadir Mısıroğlu’nun fesinin içinden çıkan bu zayıf karakterli ve düşmanca hislerle dolu kara propagandacılar halkı kendi değerlerine karşı kışkırttı…
1908 yılında müezzin Kör Ali, “Ey ümmeti Muhammed, din elden gidiyor! Sokaklarda alenen oruç yiyorlar, kadınlar yüzleri açık geziyor” diyerek halkı galeyana getirirken ne cumhuriyet kurulmuştu ne de Lozan imzalanmıştı…
Balyoz ve Ergenekon kumpaslarında, TSK’nın “halkına düşman”, “dini hedef alan” bir yapı olduğu algısı işlendi. Türk halkı kendi ordusuna karşı kışkırtıldı. Taraf Gazetesi’nin "Fatih camii bombalanacaktı" manşetiyle çıktığı gün, Ahmet Altan'ın köşe yazısı, "Askerliği kaldırın" başlığını taşıyordu.
MİTLER, YALANLAR ve HAKİKAT
Arketipler değişmez ama çift yönlüdürler. Yani “gölge”, karanlık yönleri de vardır.
“Yalancı” nasıl bir “gölge arketip” olarak her devirde kendine yeni bir dil ve maske bulabiliyorsa “kurtarıcı” da farklı yüzlerle ortaya çıkıyordu.
Türk milleti, verdiği son büyük kurtuluş savaşında “kurtarıcı” sembolünü ay yıldızlı bayrağında yeniden buldu.
Ve bağımsızlık, zafer, kalkınma, ayakları üstünde durma, “reaya” değil birey olma hedeflerini Gazi Mustafa Kemal’de simgeleştirdi. Ulusların zihninde öyle kolay oluşmayacak sembolleri uydurulmuş hikâyelerle, sahte belgelerle öyle kolayca yok etmek mümkün değildir…
Kuran-ı Kerim’de "Ey iman edenler! 'râine' demeyin, 'unzurna' deyin ve iyi dinleyin, kâfirler için elemli bir azap vardır” deniliyordu.
Yani inanlar, “Râinâ demeyin”, sürü gibi “bizi güt” talebinde bulunmayın, “bize eşlik et deyin” diyerek uyarılıyordu.
Çünkü aynı şekilde "Siz nasıl olursanız öyle yönetilirsiniz” de denilmişti.
Hayvan gibi güdülmek ve güdülenmek yerine şerefli bir mahluk olan insan gibi eşlik edilmesini talep edin ki eşref-i mahlukata yaraşır bir idare ile yönetilin deniliyordu.
SONUÇ
Entelektüel çevrelerde "kurtarıcılardan kurtulmak" saplantısının bir slogana dönüştüğü dönem, büyük anlatıların çökmesi bu çevrelerde bir "umut" olarak görülüyordu.
Oysa bu entelektüel beyzadelerimiz kurtarıcılardan kurtulmakla uğraşırken kurulan “Yeni Dünya Düzeni" huzurlu bir dünya yaratmadı, yaratamıyor da…
Solcu görünümlü "kurtarıcılardan kurtulmak" fikri bir süre sonra muhafazakar çevrelere de bulaştı. Hayal dünyalarında kendilerini Hz. İbrahim gibi put yıkarken düşleyen bu çevreler, yıkılması kendileri için daha zor olacak binlerce yeni put icat etti… Ve yazar Taylan Kara’nın ifade ettiği gibi, günümüzün 'resmi tarihi', 'resmi tarih eleştirisi' kılığıyla etrafta dolaşmaya başladı.
"Geçmiş uydurmak" bugünü haklı çıkarmanın en kestirme yoluydu fakat bu yola sapanlar unutmamalı ki kitleleri bölmek, karşı karşıya getirmek, fitne çıkarmak her ne amaçla yapılıyor olursa olsun “düşmanca” bir fiildir.
Bunun adı ne düşünürlük, ne gazetecilik, ne de tarihçilik olabilir…
Bugün mitlerle, efsanelerle, yalanlarla ve hakikatle iç içe yaşamaya devam ediyoruz. Fakat arketiplerin dilini, tarihin hakikatini ve propagandanın niyetini ayırt edebilen bir bilinç geliştirmedikçe aynı oyunlara tekrar tekrar düşmemiz de kaçınılmaz.
“Eskileri bilmek” yalnızca geçmişi bilmek demek değil. Zihnimizin en derin katmanlarına sinmiş sembolleri, tekrar eden kışkırtmaları ve aldatıcı dilleri tanıyabilmektir.
Ancak o zaman, kendi hikâyemizi gerçek kılar ve bize dayatılan sahte hikâyelerin tuzağından kurtulabiliriz.
Atatürk'ün kalpaklı fotoğrafının karşısına fraklı fotoğrafını koyarak "bu değişimin sebebi ne" diye soranlara Lawrence'ın sarıklı cübbeli fotoğraflarının anlamını unutmadan konuşmaları gerektiğini hatırlatırız. Ya da Derviş Vahdeti'nin Kraliçe adına düzenlenen balolara eldiven ve redingotla katılırken diğer taraftan da "din elden gidiyor" yalanıyla neden ayaklanma çıkarmaya çalıştığını da...
Tarihçi, düşünür, aydın veya gazeteci... Her kim olursa olsun, topluma karşı sorumluluğu olan insanlara "dengeli" olmak yakışır.
Sinan Acıoğlu
babaocagi.com