Sandık mı, hukuk mu, karizma mı? Türkiye’de meşruiyet kavgası

Weber der ki, iktidar sadece zor kullanarak ayakta kalmaz; esas mesele, insanların yönetenleri “haklı ve geçerli” gördükleri için itaat etmesidir. Bugün Türkiye’de de bu kavramı düşündüğümüzde üç farklı meşruiyet kaynağının izlerini görüyoruz.

İlki, Osmanlı’dan devralınan geleneksel meşruiyet. Bizde devlet hep yüce, hep ebedidir; iktidarlar gelir geçer ama devlet baki kalır anlayışı hâkimdir. Bugün hâlâ birçok siyasetçi kendisini “milletin asırlık değerlerinin temsilcisi” olarak sunarak bu geleneksel algı üzerinden destek toplamaya çalışıyor.

İkincisi, karizmatik meşruiyet. Atatürk’ün Cumhuriyetin kuruluşunda sergilediği karizmatik liderlik bunun en güçlü örneğidir. Ondan sonra da farklı dönemlerde karizmatik liderler kitleleri peşinden sürüklemeyi başarmıştır. Bugün de siyaset sahnesine baktığımızda, tartışmaların çoğu kez liderler üzerinden yürümesi tesadüf değil.

Üçüncüsü ise hukuki-rasyonel meşruiyet. Yani anayasa, hukuk devleti ilkeleri ve seçimler… Cumhuriyet’in demokratikleşme yolunda attığı adımlar bu meşruiyetin temelini oluşturdu. Ancak uygulamada zaman zaman hukuk devleti ilkesinin sorgulandığını, yargının bağımsızlığı ya da seçim süreçlerinin tartışmaya açıldığını görüyoruz.

Türkiye’de iktidarlar tarih boyunca hiçbir zaman yalnızca tek bir meşruiyet kaynağına yaslanmadı. Geleneksel miras, karizmatik liderlik ve hukuki-rasyonel düzen çoğu zaman iç içe geçti. Belki de bu çok katmanlı yapı, Türkiye’nin siyasal hayatını hâlâ bu kadar dinamik, ama aynı zamanda bu kadar tartışmalı kılan şeydir.

Bu üç meşruiyet türü bugün de Türkiye siyasetinde kendini göstermeye devam ediyor. Seçimle gelen hukuki-rasyonel meşruiyet, liderlerin kişisel karizması ve tarihsel-kültürel miras arasındaki denge yeniden tanımlanıyor. Ancak bu dönemde fark yaratan şey, iktidar ve muhalefetin meşruiyet kavramına yüklediği farklı anlamlar oluyor.

İktidar cephesinde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’de meşruiyetin kaynağının halkın iradesi olduğunu sıkça vurgulamaktadır. Örneğin, 1 Ekim 2025 tarihinde TBMM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, “Türkiye’de gücünü halktan almayan ayrıcalıklara yer yoktur” diyerek, egemenliğin kaynağının milletin iradesi olduğunu ifade etmiştir. Bu yaklaşım, Max Weber’in hukukirasyonel meşruiyet anlayışına dayanmaktadır.

Muhalefet cephesinde ise bu anlayışa eleştirel bir yaklaşım söz konusudur. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, iktidarın yalnızca seçim kazanarak meşruiyet elde edemeyeceğini savunmaktadır. 1 Ekim 2025’te yaptığı açıklamada, “Trump’tan meşruiyet dilenenlere bizim meşruiyet kazandırmamızı kimse beklemesin” diyerek, meşruiyetin yalnızca halkın iradesiyle değil, hukuk devleti ilkeleri ve demokratik değerlerle birlikte anlam kazanacağını ifade etmiştir. Bu iki açıklama, meşruiyetin farklı tanımlarını açıkça ortaya koymaktadır.

Benzer meşruiyet tartışmalarını Türkiye geçmişinde de gördük. 1946’da Demokrat Parti’nin yükselişi, sandıkla kazanılan iktidarın geleneksel köylü desteği ve lider karizmasıyla birleşmesiyle mümkün olmuştu; yani hukuki-rasyonel, geleneksel ve karizmatik meşruiyet iç içe geçmişti. 1980 darbesi sonrası Kenan Evren ise sandık desteği olmadan, sadece devletin sürekliliği ve kendi otoritesi üzerinden meşruiyet sağlamaya çalıştı. 2002’de AK Parti’nin ilk iktidarı, hem sandıkla kazanmayı hem Erdoğan’ın karizmatik liderliğini hem de halkın tarihsel ve kültürel kodlarına hitap eden söylemlerini bir araya getirdi.

Bugün meşruiyet meselesi sadece siyaset koridorlarında değil, halkın gündelik yaşamında da etkisini gösteriyor. Pazarda artan fiyatlar, gençlerin “gelecek kaygısı”, adliyelerde süren uzun davalar… İnsanlar artık sadece “kim yönetsin” diye değil, “nasıl yönetsin” diye düşünüyor. Kimi “güçlü lider olsun, düzeni sağlasın” derken, kimi “önce adalet, önce liyakat” diyor. Türkiye’de siyaset, bu iki beklentinin arasında gidip geliyor; Weber’in üç meşruiyet türü de aslında her gün sokakta karşı karşıya geliyor. Bu beklentiler artık sadece sandıkta ya da meydanlarda değil, dijital dünyada da kendini gösteriyor.

Sosyal medya artık yeni bir siyaset sahnesi. Liderlerin bir sözü veya bir tweet'i bile onları ya kahramanlaştırıyor ya da sorgulatıyor. Yargı kararları, seçim süreçleri ve kayyum atamaları artık sadece "devlet işleri" değil, aynı zamanda herkesin günlük yaşamında var olan konular. Meşruiyet mücadelesi artık televizyon ekranlarında değil, cep telefonlarımızda gerçekleşiyor.

Sonuç olarak, bugünkü tartışmalar, bu tarihsel çizginin bir devamı görüntüsü veriyor. İktidar "sandık ve halkın oyları" yoluyla meşruiyetini vurgularken, muhalefet hukuka, demokratik ilkelere ve yönetim biçimine dikkat çekiyor. Türkiye siyaseti, Weber’in tarif ettiği meşruiyet kaynaklarının çarpıştığı ama aynı zamanda birbirini beslediği bir laboratuvar gibi; asıl soru ise tek bir cümleyle özetlenebilir: Halk, hangi kaynağı haklı bulursa, Türkiye’nin geleceği de o kaynağın etrafında şekillenecek.