“Oyunculuk kutsal bir meslek midir?”

Son günlerde magazin muhabirlerinin yeni gözdesi bir soru var:

“Oyunculuk kutsal bir meslek midir?”

Basit gibi görünen bu soru, aslında binlerce yıllık bir tartışmanın bugünkü yansıması. Çünkü oyunculuğun “kutsal” olup olmadığı meselesi, magazin halılarından çok önce Antik Yunan sahnelerinde başlamıştı.

Tiyatronun kökeni, tanrılara adanmış törenlere dayanır. “Tiyatro” kelimesi Yunanca “theatron” sözcüğünden türetilmiştir; bu da “tanrıya bakılan yer” anlamına gelir. O dönemde oyuncular, Dionysos şenliklerinde tanrılara saygı göstermek için sahneye çıkar, insanın tutkularını, korkularını ve günahlarını temsil ederlerdi. Oyunculuk, kökeninde doğrudan kutsal bir ritüeldi.

Ancak Antik Çağ filozofları bu konuda ikiye ayrıldı. Platon, oyunculuğa kuşkuyla bakıyordu. Ona göre oyuncular, gerçeğin sadece taklidini yapıyor, insanı hakikatten uzaklaştırıyordu. Bu yüzden sanat, kutsal değil, hatta tehlikeliydi. Aristoteles ise tam tersini düşündü: Ona göre tiyatro insanı arındırır, duygularını boşaltarak bilgelik kazandırır. Yani oyunculuk, insanı dönüştüren bir deneyimdi.

Bu iki bakış açısı, yüzyıllar boyunca hep var oldu. Ortaçağ’da oyunculuk yeniden dinsel törenlerle birleşti; ama aynı dönemde kilise bazı yerlerde oyuncuları “günahkâr” ilan etti. Rönesans’ta tiyatro saraylara taşındı; oyuncular hem alkışlandı hem küçümsendi. “Sanatçıya saygı” ile “oyuncuya şüphe” hep yan yana yürüdü.

Ve işte binlerce yıl sonra, o kadim tartışmanın yeni versiyonu kırmızı halılarda yeniden sahneleniyor.

Bir magazin muhabiri, Dilan Çiçek Deniz’e “Oyunculuk kutsal bir meslek midir?” diye sordu. Deniz’in yanıtı gayet ölçülüydü:

“Doktorluk ve öğretmenlik kutsaldır ama oyunculuk kutsal değildir.”

Bu sade yanıt, sosyal medyada adeta büyüteç altına alındı. Cümle bağlamından koparıldı, parçalandı, yorumlandı; tartışma hızla büyüdü. Magazin muhabirleri de bu “kutsal soru”yu yanlarına alıp gala gala gezmeye başladı: “Sizce oyunculuk kutsal mı?”

En sivri çıkış ise Burak Sergen’den geldi:

“Evet, kutsaldır. Çünkü ben doktoru, öğretmeni oynarım; ama onlar benim mesleğimi yapamaz.”

Bu söz ilk anda çarpıcı gelebilir ama aslında oldukça talihsiz bir benzetme.
Evet, bir oyuncu sahnede doktoru da oynar, öğretmeni de; ama bir doktorun geceler boyu nöbet tutma sorumluluğunu, bir öğretmenin devlet okulunda elli öğrenciye ders anlatma emeğini taşıyabilir mi? Bir rol, bir hayat pratiğinin yerini tutmaz.
Oyunculuk elbette empati ister, ama temsil ettiği mesleğin gerçek yükünü taşımaz.

Bu yüzden bu tür kıyaslamalar, sanatın gücünü anlatmaktan çok onu zayıflatıyor. Çünkü sanatın değeri, başkasının mesleğini “yapabiliyor” olmakta değil; insanı anlamak ve anlatmak yeteneğinde gizli.
Oyunculuk, yaşamı kopyalamaz; ona ayna tutar.

Burak Sergen’in bu sözler de yeni bir tartışmanın kapısını açtı: “O zaman her meslek, başkası tarafından yapılamadığı için mi kutsaldır?” Bazıları da “Madem kutsal, o zaman para kazanılmasın” diyerek esprili bir karşılık verdi.

Tam da bu tartışmalar sürerken, Uykusuz filminin galasında aynı soru yeniden gündeme geldi.

Başrollerdeki Çağatay Ulusoy ve Elçin Sangu’ya yöneltildi: “Oyunculuk kutsal bir meslek midir?”

Elçin Sangu, bu tartışmanın antik çağlardan beri sürdüğünü hatırlatarak tarihsel bir perspektif sundu. Gerçekten de öyleydi; tiyatro zaten tanrılara adanmış bir sanattı. Çağatay Ulusoy ise “Kutsal değildir,” diyerek sade ama net bir yanıt verdi.

Aslında bu soru, filmin bir diğer oyuncusu Tamer Levent’e sorulmalıydı. Çünkü usta sanatçı, Sanata Evet girişimiyle yıllardır sanatın anlamı, oyunculuğun toplumsal rolü ve insanla ilişkisi üzerine düşünen bir isim. Onun vereceği yanıt, meseleyi gerçekten başka bir düzleme taşıyabilirdi.

Ne yazık ki magazin basını çoğu zaman doğru yanıtın peşinde değil. Onlar için asıl mesele, tartışmanın “ünlüler arasında yeni bir polemiğe dönüşüp dönüşmeyeceği.” Soru, düşünsel bir tartışma yaratmak için değil; izlenme oranı, tıklanma ve reyting üretmek için soruluyor.

Oysa bu tartışma doğru bağlamda ele alınsa, magazin gazeteciliği de klişelerden sıyrılabilir.
Yıllardır aynı kalıplar içinde tekrarlanan o ezber sorular “Sevgilinizden ayrıldınız mı?”,
“Ne zaman evleneceksiniz?”, “Çocuk düşünüyor musunuz?” yerini daha nitelikli, düşünceye dayalı bir magazin anlayışına bırakabilir.

Çünkü sanat ve sanatçı sadece rol yapmaz; düşünür, sorgular, üretir. Ve eğer biz bu tartışmaları gerçekten dinlemeyi öğrenirsek hem sanatın hem gazeteciliğin seviyesi yükselir.

Kutsal olan belki meslek değil; o mesleğe duyulan saygıdır. Bir doktor hayat kurtarır, bir öğretmen geleceği şekillendirir, bir oyuncu ise bazen bir insanın kalbine dokunur. Üçü de farklı yollardan aynı şeye hizmet eder: insanı anlamaya.

Oyunculuk kutsal değildir belki ama insanı insana anlatabildiği sürece değerlidir.
Ve belki de en büyük kutsallık, bu değeri unutmamaktadır.

Bu tartışmaları takip ederken aklıma, halen tutuklu bulunan Avukat Selçuk Kozağaçlı’nın bir sözü geldi: “Kutsal olan yaşamak değil, onurlu yaşamaktır.”

Aslında bu cümle, “oyunculuğun kutsallığı” tartışmasına da farklı bir derinlik kazandırıyor. Çünkü mesele, bir mesleğin kutsal olup olmaması değil; o mesleği nasıl yaptığımızla, ona nasıl bir anlam yüklediğimizle ilgilidir. Kozağaçlı’nın sözündeki “onurlu yaşamak” vurgusu, insanın yaptığı işi hangi değerler uğruna sürdürdüğünü hatırlatıyor. Aynı şey sanat için de geçerli. Oyunculuk da avukatlık da, öğretmenlik de… Her biri, “onurlu biçimde” yapıldığında anlam kazanıyor.

Belki de asıl kutsallık burada gizlidir: Bir mesleği yüceltmekte değil, onu vicdanla, sorumlulukla ve insana saygıyla yerine getirmekte.

Bu yüzden, “Oyunculuk kutsal bir meslek midir?” sorusunun yanıtı belki de şudur:

Kutsal olan oyunculuk değil, onurlu biçimde sanat yapabilmektir.