18 Ekim 2017'de İstanbul Havalimanı'nda gözaltına alınan iş insanı Osman Kavala, 1 Kasım 2017'de "cebir ve şiddet kullanarak Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs" suçlamasıyla tutuklandı; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) 2019'da verdiği "derhal serbest bırakılmalı" kararına rağmen tutukluluğu devam etti.
18 Şubat 2020'de Gezi davasında beraat etmesine karşın aynı gün başka bir dosyadan yeniden tutuklanan Kavala, Gezi davasının 25 Nisan 2022'deki karar duruşmasında ise "hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs" suçlamasıyla ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırıldı. Yargıtay Eylül 2023'te bu kararı onadı, Adalet Bakanlığı da Temmuz 2024'te yeniden yargılama talebini reddetti.
Parmaklıklar ardından 8. yılını tamamlayan Osman Kavala DW Türkçe'nin sorularını Silivri Cezaevi'nden yazılı olarak yanıtladı.
Osman Kavala'ya sorulan sorular ve yanıtları şöyle:
Sekiz yıl önce başlayan tutukluluk sürecinizi geriye dönüp nasıl değerlendiriyorsunuz?
Osman Kavala: Ben süreci ikiye ayırıyorum. Sekiz yıl önce beni suç sayılan bir eylemle ilişkilendiren herhangi bir delil olmadan iki suçlamayla tutuklanmıştım. Gezi olaylarını planlamak ve yönetmek ile 15 Temmuz darbe girişimi organizasyonuna katılmak. Bir süre sonra ikincisi ile ilgili tahliye kararı verildi, Gezi ile ilgili olarak ise FETÖ üyeliğiyle suçlanan emniyet mensuplarının hazırladığı fezleke ve hukuksuz olarak yapılan-içlerinde şüphe uyandırıcı bir konuşma olmayan-telefon dinlemeleri kullanılarak bir iddianame hazırlandı, tutukluluğum sürdürüldü. Ancak mahkeme AİHM'nin değerlendirmesine paralel biçimde, suçlama için yeterli delil olmadığı tespiti ile beraat kararları verdi. İddianame siyasi saiklerle hazırlanmış olsa da hukuk ilkelerine uygun bir yargılama süreci yaşadık.
Cumhurbaşkanı'nın beraat kararını eleştirmesinden sonra ise yargı süreci keyfi bir cezalandırma faaliyetine dönüştü, hukuk rayından çıktı. Bunun yargıda bir dönem noktası olarak görülebileceğini düşünüyorum. Bu tarihten sonra yargı mensupları üzerinde siyasi etki daha alenileşti, somut delil olmadan suçlama yöneltmek olağanlaştı. Suçlamalara maruz kalan insanların ikna edici bir neden olmadan bir süre, bazen uzun bir süre, cezaevinde tutulmalarının normal bir uygulama, yargı mensuplarına tanınan bir hak olduğu şekilde bir inanış yaygınlaştı. Böyle suçlanan insanların haysiyetlerinin korunmasına da gerek olmadığı düşünülüyor. İddianamemde (George) Soros'un adı geçtiği için ve dışarıdan gelen tutuklanmamla ilgili eleştiriler dolayısıyla, yapılanların iktidarın dış güçlerle yürüttüğü müzakerelerle ilgili tasarruflar olduğu, benim durumumun başkaları için emsal olamayacağı şeklinde bir algılama ortaya çıktı. Kanaatimce bu da bu sürecin yargı içinde bir dönüşümü yansıttığının, günümüzde "düşman hukuku" olarak tarif edilen uygulamaların meşrulaşmasına hizmet ettiğinin iyi anlaşılmasına engel oldu.
Gezi davası ve AİHM kararları bağlamında yargı sürecinizin Türkiye'de hukuk devleti açısından neyi gösterdiğini düşünüyorsunuz?
Gezi davasından beraat ettiğim gün, daha önce tahliye kararı verilen 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili suçlamadan gözaltına alındım ve tutuklandım. Ancak AİHM'nin 2019 yılında vermiş olduğu kararda bu dosyada da delil olmadığı tespit edilmiş olduğundan, AİHM kararını etkisiz hale getirebilmek ve tutukluluğumu devam ettirmek için yeni bir suçlamaya ihtiyaç duyuldu, yasadaki tanımlara uymayan bir casusluk suçu icat edildi. Bu açık biçimde yargıya verilmiş AİHM kararlarına uymak zorunda değilsiniz mesajı. Daha da vahimi AİHM kararlarını savuşturmak için yasaları keyfi biçimde kullanabilirsiniz mesajı. İşlevi sona erince düşürülen bu çirkin suçlama bir itibar suikastı anlamına da geliyordu. TRT kaynaklarıyla beni ajan olarak gösteren bir dizi yapıldı. Bazı siyasetçiler benim casus olduğumu iddia eden demeçler verdiler. Ancak yapılanlardan zarar gören sadece ben olmadım. Yasaların içeriklerinden ve tanımlayıcı unsurlarından kopartılarak keyfi biçimde kullanılmasının devletin itibarını, hukuk devleti olma niteliğini de zedelediğini düşünüyorum.
Sizinle ilgili AİHM kararı uygulanmadığı için Türkiye, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin denetimine girmişti. Bu süreç devam ediyor. Bu süreçle ilgili son durum nedir, biliyor musunuz? Öte yandan Avrupa'dan sizin durumunuzla ilgili daha az ses çıktığı gözleniyor, bunun sebebi nedir?
2022 yılında, 2019 tarihli AİHM kararının uygulanmamış olması nedeniyle Bakanlar Komitesi "ihlal prosedürü" sürecini başlatmıştı. Bunun gereği olarak AİHM bir değerlendirme daha yaptı, 2019 tarihli kararı uygulamayarak Türk hükümetinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 42'nci maddesini ihlal ettiği sonucuna vardı. AİHM'nin böyle bir kararıyla ihlal prosedürünün sonuçlanmasından sonra bir insanın hâlâ cezaevinde tutulmasının tek örneği benim. Daha önce böyle bir şey vuku bulmamış. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne göre AİHM kararlarının uygulanmasını sağlamakla yükümlü olan Bakanlar Komitesi'nin bu durumda uygun önlemler alması gerekir. Zira bu durum AİHM'nin otoritesini, Avrupa hukuk sisteminin bağlayıcılığını da zedeliyor. Ancak Komite böyle bir adımın Türkiye ile ilişkilerde rahatsızlık yaratacağı kaygısıyla üç yıldır somut bir karar almıyor. Gezi davasında mahkûmiyet kararı kesinleştikten sonra, ilave ihlal iddialarımızla birlikte AİHM'ye yeni bir başvuruda bulunduk. Ancak şu anda bunun ne zaman görüşüleceğini bilmiyoruz.
2019 tarihli AİHM kararının uygulanmaması Avrupa'da tepki çekmişti. Hem benimle ilgili hem Demirtaş'la ilgili kararda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 18'inci maddesinin de ihlal edilmiş olduğu tespiti vardı. Bu, tutuklamanın siyasi saiklerle gerçekleştiği anlamına geliyor. Ancak zaman kanıksamayı da beraberinde getiriyor. Bazı Doğu Avrupa hükümetleri AİHM'nin kendi yargı sistemlerine müdahale etmesine sıcak bakmıyorlar.
Türkiye'nin AB üyeliği perspektifi iyice soluklaşmış olduğu için, bu konularda daha duyarlı olmaları beklenen bazı AB üyesi ülkelerin perspektifinden Türkiye'deki insan hakları ve demokrasi sorunlarıyla ilgilenmek Avrupa'yı doğrudan ilgilendiren Rusya-Ukrayna savaşı ve göçmenlerle ilgili konularda Türkiye ile uyumlu bir iş birliği yürütmek kadar önemli ve öncelikli görünmüyor.
Cezaevindeyken Türkiye'de yaşanan siyasi ve toplumsal gelişmeleri nasıl takip ediyorsunuz?
Televizyondan haberlerini ve bazı tartışma programlarını izliyorum, gazete geliyor. Birkaç ay öncesine kadar beni ziyaret eden milletvekilleri oluyordu, onların değerlendirmelerinden faydalanıyordum. Anlaşılan bir değişiklik olmuş, artık benimle görüşmek için izin alamıyorlar.
Türkiye'de demokrasi, ifade özgürlüğü ve sivil toplumun bugünkü durumunu nasıl görüyorsunuz? Türkiye'nin geleceğine dair umutlu musunuz?
Bir ülkede demokrasinin kuralları ve kurumlarıyla işlediğinin söylenebilmesi için seçimlerin yapılıyor olması yeterli değil. Muhalefet partilerinin, sivil toplum kuruluşlarının etkin biçimde faaliyet gösterebilmeleri medyanın özgür ve bağımsız olması, yerel demokrasi organlarının düzgün çalışması son derece önemli. Ancak kanaatimce en önemli olan sivil hakları koruyan bir anayasaya sahip olmak ve bu hakların evrensel hukuk normlarına göre çalışan bağımsız yargı tarafından, gözetiliyor olması. İktidar veya güç sahipleri tarafından yönlendirilmeyen, adil biçimde yasaların gereklerini yerine getiren yargı demokrasi rejimlerinin bir icadı da değil, tarih boyunca uygarlıklar hukuk temelinde gelişmiş, hükümdarlar meşruiyetlerini adaleti sağlayarak tesis etmişler.
Cumhuriyetimiz için, demokrasinin yaşatılması için en önemli ve öncelikli meselenin hukuk devletinin temellerini onarmak ve korumak olduğuna inanıyorum. Şu anda yargıdaki durum hiç iç açıcı değil. Ancak bunun değişmesi gerektiği konusunda siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları arasında çok geniş bir mutabakat var. Yurttaşlarımızın çoğunluğunun da isteğinin bu yönde olduğunu düşünüyorum. Umutluyum.
Dünya gündeminde öne çıkan savaşlar, otoriterleşme eğilimleri ve demokratik gerilemeler üzerine gözlemleriniz neler?
Rusya-Ukrayna savaşı ile İsrail'in Gazze'de yarattığı dehşet çok farklı. Ancak her ikisinde de Batı demokrasilerinin ön alıcı bir müdahalede bulunmadığını gözlemliyoruz. Binlerce hayata mal olan, yıkım getiren savaşlar adeta normal siyasi faaliyetler olarak görülüyor. Rusya-Ukrayna savaşı Avrupa'yı yakından etkileyen, sadece ekonomide değil Avrupa toplumları üzerinde olumsuz psikolojik ve siyasi etkiler yaratan bir savaş. Avrupa hükümetlerinin uzun zaman Gazze'de yaşanan vahşete duyarsız kalmaları da akıl alır gibi değil. Aktif biçimde barış için çaba gösterme faaliyetinin sadece Trump gibi birisi tarafından yürütülüyor olmasının Batı'nın siyasi ve kültürel birikimi bakımından son derece esef verici bir durum olduğunu düşünüyorum.
Cezaevindeyken sivil toplum faaliyetlerini nasıl yürütüyorsunuz? Serbest kalmanız durumunda nasıl bir hayat sürmeyi planlıyorsunuz?
Kurucusu olduğum Anadolu Kültür'de çalışma arkadaşlarım faaliyetlerini etkin biçimde sürdürüyorlar. Bazı konularda bana danışıyorlar. Ancak cezaevinde olmak özgürce ve kolektif biçimde yürütülen faaliyetlerinden koparılmış olmak anlamına geliyor. Cezaevine girdiğimde 60 yaşındaydım. Bu yaştan sonra sivil toplum alanında aktif olarak faaliyette bulunabileceğim zaman diliminin büyük bölümünü cezaevinde geçirmiş oldum. Ne zaman serbest kalacağımı bilemediğimden kendimi bir hayat planı yapabilecek durumda hissetmiyorum.
Sağlık, okuma, yazma ya da üretme açısından cezaevi koşulları size neler sunuyor, nelerden mahrum bırakıyor?
Sağlık durumumla ilgili ciddi bir sıkıntı yaşamadım. Revire çıkma, hastaneye sevk konusunda bir sorun olmuyor. Tek kişilik odada kalıyor olmak okuma için ideal bir ortam. Zaten cezaevinde en büyük desteği kitaplardan, özellikle edebi eserlerden ediniyorsunuz. Tabii, burada, bazı kaynaklara erişemiyorsunuz, ancak dışarıdan kitap yollanabiliyor. Bir süre önce TRT 3 radyo yayını da televizyonumuza bağlandı, müzik dinleme imkânım epey artmış oldu. TRT 2 de dünya sinemasından nitelikli filmler göstermeye devam ediyor.