Hiç pes etmeyen “Ferhangi Bir Yaşam”

Sahneye adanmış bir hayat…. Başka bir deyişle, ülkesine duyduğu sevginin sahneye taşınmış hali. Ferhan Şensoy, Türk tiyatrosunun öncü isimlerinden biri olarak edebiyatı, mizahı ve sahneyi aynı potada eriten nadir sanatçılardandı.

Galatasaray Lisesi yıllarında kalemle tanıştı, hikâyeler yazdı. Ardından hayalini gerçekleştirdi; yazdıklarını sahneye koydu. Annesi, ilkokul öğretmeni Müjgan Hanım; babası ise Çarşamba’nın belediye başkanı ve tüccarı Yusuf Cemil Şensoy’du. Ailesi, onun mimar ya da mühendis olmasını istiyordu. O da “dediklerini yaptı” ve Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü’nü (bugünkü Mimar Sinan Üniversitesi) kazandı. Ancak aklı hep sanattaydı. Mimarlığı yarıda bırakarak 1972’de Fransa’ya gitti. 1974’te Paris Devlet Tiyatro Okulu’ndan mezun olduğunda önünde Avrupa’da parlayacak bir kariyer vardı. Fakat o, “hayalperest” denilme pahasına Türkiye’ye dönmeyi seçti.

Bu dönüş, yalnızca kendi hayatını değil, Türk tiyatrosunun seyrini de değiştirdi. Özel tiyatrolarda çalıştı, yazdı, sahneye çıktı. 1980’de kurduğu Ortaoyuncular topluluğuyla yepyeni bir tiyatro dili inşa etti. Kendi üslubunu, kendi ritmini sahneye taşıdı.

Ferhan Şensoy’un adını en çok duyuran işlerinden biri de Beyoğlu’ndaki Ses Tiyatrosu’nu yeniden canlandırmasıydı. 19. yüzyılda inşa edilen, yıllarca tiyatro ve sinemaya ev sahipliği yapan bu binayı küllerinden yarattı. Elinde yalnızca 40 bin lira vardı ama onarım için 1 milyon 200 bin liraya ihtiyaç duyuluyordu. Turnelere çıktı, Anadolu seyircisinin desteğiyle salonu ayağa kaldırdı. Bugün hâlâ duvarda asılı duran plaket, her şeyi özetliyor:

“Bu tiyatro, oyunumuzu izleyen 112.437 Anadolu tiyatroseverinin ödediği bilet parasıyla halk tarafından onarılmıştır.”

Onun tiyatro mirasını en kapsamlı şekilde anlatan yapım, Selçuk Metin’in yönetmenliğini üstlendiği “Ferhangi Bir Yaşam” belgeseli oldu. Senaryosunu Zeynep Miraç’ın yazdığı, görüntü yönetmenliğini Emre Okur’un yaptığı bu belgesel; Enka sanat sponsorluğunda porte film yapımcılığında hayata geçirildi. Daha önce hiç görülmemiş arşiv görüntülerini gün yüzüne çıkaran yapım, Şensoy’un elinden düşürmediği kamerasıyla çektiği kayıtları da içeriyor. Belgeselde bir yandan Zuhal Olcay, Haluk Bilginer ve Güven Kıraç’ın “Dolu Düşün Boş Konuş” oyunundaki provalarına, diğer yandan Münir Özkul ve Erol Günaydın’la paylaştığı sahnelere tanıklık ediyoruz.

Ferhan Şensoy’un muhalifliği kuru bir muhalefet değildi. Öngörüsü yüksek bir sanatçıydı. 1980’lerde başlayan özelleştirme furyası ve kentsel dönüşüm adı altında İstanbul’un değerli yapılarının satılmasını sahneye taşıdı. İstanbul’u Satıyorum oyununda söylediği şu sözler bugün bile kulaklarımızda çınlıyor:

“İstanbul’u satıyorum satıyorum...
Annesiyle birlikte ben, bir sokak satıcısı,
Han hamamlar yıkıcısı,
Gökdelenler kurucusu...”

Bugün şehrin siluetine baktığımızda gördüğümüz gökdelenler, kaybolan tarih ve mimari… Usta sanatçı, bu günleri daha o yıllarda görmüştü.

İstanbul’u Satıyorum, aynı zamanda Geleneksel Türk tiyatrosunu Batı tiyatrosuyla buluşturan bir sahneydi: Münir Özkul, Erol Günaydın ve Ferhan Şensoy aynı oyunda bir araya geldi. Gerektiğinde sert bir dille, gerektiğinde hicivle ama her zaman cesaretle… Oyunları, iktidarları eleştirdi, otoriteleri sorguladı.

Şensoy’un 1980’lerin başında sahneye koyduğu “Muzır Müzikal” ise, doğrudan “Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu”na yöneltilmiş keskin bir hicivdi. Türkiye siyasetine yoğun biçimde odaklanan bu oyun, dinî inançları eleştirdiği ve hakaret ettiği gerekçesiyle büyük tepki topladı. Sıkıyönetim yönetimi oyunun içeriğini “uygunsuz” bularak sahnelenmesine izin vermedi. Ardından 1987’de Şan Tiyatrosu’nda sahnelediği başka bir oyun da aynı gerekçelerle hedef oldu. Çok geçmeden, Türk tiyatro tarihine bir utanç olarak geçen Şan Tiyatrosu yangını meydana geldi. Yangınla ilgili herhangi bir soruşturma açılmadı; aksine Ferhan Şensoy’a, “Muzır Müzikal” nedeniyle dava açıldı ve 21 gün hapis cezası verildi. Ancak bu karanlık olay, dolaylı olarak da olsa “Ferhangi Şeyler”in doğmasına vesile oldu.

Ferhan Şensoy kimi zaman ustalarına sahne açtı, kimi zaman onların ritmine göre metinler yazdı. Ama asıl yaptığı, usta-çırak ilişkisini yeniden hatırlatmak oldu. Ortaoyuncular’ın genç kadrosu, yalnızca sahnede değil, kuliste de yaşayarak öğrendi.

Bugün dönüp baktığımızda, Haldun Taner’in 60’larda, Levent Kırca’nın 70’lerde, Ferhan Şensoy’un ise 80’lerde yazdığı metinlerin hâlâ güncelliğini koruduğunu görüyoruz. Bu, belki de en acı gerçeğimiz: Değişmeyen bir ülkenin aynasında, değişmeyen yaralarımıza bakıyoruz. Ama bir farkla… Ferhan Şensoy’un yazdıkları, sahnelediği oyunlar ve açtığı yollar hâlâ umut veriyor. Çünkü o sadece bir tiyatrocu değil; bir dil kurucusuydu.

Ferhan Şensoy’un en önemli eserlerinden biri olan “Şahları da Vururlar”, yalnızca bir döneme damgasını vurmakla kalmadı; tiyatroyla müziği aynı potada buluşturan özel bir çalışma oldu. Oyunun müziklerini, ileride MFÖ’nün kurucu üyeleri olacak Özkan Uğur ve Fuat Güner yaptı.

Ancak kısa süre sonra Ajda Pekkan, Uğur ve Güner’e sahne çalışmalarında kendisine vokal yapmaları için teklif götürdü. İkili bu teklifi kabul edince Nejat Yavaşoğulları müzikleri yaptı.

Bu dönemde Bulutsuzluk Özlemi’nin temelleri atılınca Yavaşoğulları da oyundan ayrıldı; yerini bu kez Burhan ve Gökhan Şeşen aldı. Böylece Ortaoyuncular, yalnızca tiyatroda değil, müzik tarihinde de dolaylı bir iz bıraktı. Çünkü bu süreç, Türkiye’nin üç önemli grubunun — MFÖ, Bulutsuzluk Özlemi ve Grup Gündoğarken’in doğmasına vesile oldu.

Oyun, dönemin ruhunu yansıtan ve sahnede topluca söylenen şu dizelerle hafızalara kazındı:

Herkes bilir az biraz
Mefâilün fe’ilün
Şiraz’da vardır kiraz
Fe’ilâtün fe’ilün
Fe’ilâtün tiyatro…

Bugün ise Ferhan Şensoy’un kızları, Derya ve Müjgan Ferhan Şensoy, babalarının mirasını yaşatıyor. “Şahları da Vururlar” günümüzde yeniden sahneleniyor ve müziklerinde yine tanıdık isimler var: Nejat Yavaşoğulları, Burhan ve Gökhan Şeşen.

Belgeselde, Ferhan Şensoy’un hayatındaki dönüm noktalarından biri de, Türk tiyatrosunun bir diğer ustası Zeliha Berksoy ile yaşadığı birliktelikti. Zeliha Berksoy, belgeselde, tüm samimiyeti ve içtenliğiyle meslektaşına duyduğu saygıyı ve aşkı anlatıyor.

Daha sonra Derya Baykal ile evliliği, kızları Derya ve Müjgan Ferhan’ın dünyaya gelişi ve onun yolunda ilerlemeleri; son eşi Elif Durdu ile ortak çalışmaları, Ferhan Şensoy’un yaratıcı sürecini ve tiyatro yaşamını daha da zenginleştirdi.

Ferhan Şensoy’un her anında tiyatro ve yazarlık vardı. Daktilo sesleriyle dolu bir evde, hayallerini, yazılarını ve Türkiye sevgisini paylaşarak yaşamını sürdürdü. Onun için eş, baba ve sanatçı olmak demek hem kendi hayallerini gerçekleştirmek hem de ülkesine katkıda bulunmak demekti.

Ferhan Şensoy’u belgeselini izlerken aklımda hep şu cümle yankılanıyor:
Sanatçı olmak, yalnızca sahnede parlamak değil; kendi ülkesinin yükünü omuzlamaktır.