Güllü’yü konuşmak! İsyan et ama sisteme değil, kaderine

Medyanın reyting gürültüsünün arkasında kalan şey, Güllü’nün mahkûm edildiği sınıftı. Arabesk onun tercihi değil, ona biçilen kaderdi.

Günlerdir Güllü’nün ölümünü konuşuyoruz. Daha doğrusu, konuştuğumuzu sanıyoruz. Çünkü yapılan yayınların büyük bölümü, gerçeği aydınlatmaktan çok, hiçbir amaca hizmet etmeyen bir gürültü üretti. Medyanın o bildik kadın programları, Güllü cinayetinin ‘aydınlanması’ iddiasıyla saatlerce yayın yaptı. Kamera açıları, dramatik müzikler, gözyaşı çağrıları…
Kızı tutuklandığında ise bu kez bir ‘başarı hikâyesi’ yazıldı. Sanki adalet, bir televizyon formatının reyting hedefiymiş gibi.

Oysa hepimiz biliyoruz: bu programlar hiçbir zaman masum olmadı. Ne gerçeği aradılar ne de adaleti. Yoksul halkın çaresizliğini, acısını, karmaşasını alıp tekrar ona pazarladılar. Daha fazla reyting, daha fazla reklam, daha fazla görünürlük için.
Bu, başlı başına konuşulması gereken bir medya meselesi. Ama ben, bugün medyayı değil, Güllü’yü konuşmak istiyorum.

GÜLLÜ'NÜN MAHKUM EDİLDİĞİ SINIFI...

Kente tutunmaya çalışan, sosyal güvencesi olmayan, emeği görünmez kılınmış yoksul kadınların sınıfını. Kültürel olarak temsil edilen ama politik olarak hiç muhatap alınmayan; sesi duyulsun diye acısını büyütmek zorunda bırakılan bir sınıfı. Yetenekle, emekle ya da başarıyla değil; ilişkilerle, sermayeyle ve “makbul” bulunmakla yükselinebilen bir düzende, kapının sürekli kapalı tutulmasını. Yukarı çıkamayanın aşağıda kalmaya mahkûm edilmesini. Ve bununla başa çıkmak için yalnızca söylediği değil, yaşadığı arabesk kültürünü. Arabeski sahnede bırakamayan; eve, sokağa, ilişkilere, bedene taşımak zorunda kalan bir hayatı. Acıyı estetik bir tercihten çok, hayatta kalma dili olarak kullanan bir kültürü.

Güllü, arabeski sadece şarkı olarak icra etmedi. Arabeski bir hayat biçimi olarak yaşadı. Yoksulluğu, güvencesizliği, korunmasızlığı, yalnızlığı… Hepsi onun şarkılarında vardı ama ondan önce hayatındaydı. O yüzden sesi bu kadar “gerçek”ti. O yüzden sistemin sevdiği biçimlere dönüştürülemedi. O yüzden parlatılmış anlatılara eklemlenmedi. O yüzden hep olduğu yerde, kendi sesiyle kaldı.

Ebru Gündeş, Sibel Can, Seda Sayan gibi isimler zamanla zenginleşti. Medya onları parlatmayı seçti; daha “kabul edilebilir”, daha güvenli bir yere taşıdı. Arabesk, onlar için geride bırakılması gereken bir dönem olarak sunuldu.

Güllü içinse bu kapı hiç açılmadı. Medya onu parlatmak istemedi; arabesk olarak kalmasını tercih etti. Çünkü onun hikâyesi süslenmeye değil, olduğu yerde bırakılmaya uygundu. Ne Villaları ne zengin eşleri ne “Kraliçe” unvanı ne de magazinin vitrinine yakışan mutlulukları olmadı. Güllü, arabesk olarak kaldı. Ve bu, bir tercih değil; ona biçilen roldü.

Sadece Güllü oldu. Ve bu ülkede sadece “Güllü” olarak kalmak, ağır bir yüktür.
Ölümünden sonra da aynı sınıfsal dil devreye girdi. Trajedi dendi. Kader dendi. Acı kutsandı. Ama bu acıyı üreten koşullar yine konuşulmadı. Yerine bir suçlu bulundu, bir hikâye yazıldı, ekranlar doldu.

Arabesk kültür tam da böyle çalışır. Acıyı gösterir ama kaynağını gizler. İsyanı teşvik eder gibi yapar ama yönünü değiştirir. Sisteme değil, bireylere döndürür.

Güllü’yü konuşmak, yalnızca bir sanatçıyı anmak değildir. Onun sıkıştırıldığı sınıfı, o sınıfın nasıl romantize edilip kader gibi sunulduğunu konuşmaktır. Arabeskin, bazıları için bir basamak, bazıları içinse bir mezar taşı olduğunu kabul etmektir.
Bugün Güllü’yü gerçekten konuşacaksak, reyting tablolarını değil;
Onun neden hep aşağıda bırakıldığını sormalıyız.