Bir süredir her lansmanda aynı sahneye tanık oluyoruz:
Kırmızı halıdan story’ler akıyor, fonda loş ışıklar, elinde kokteyl bardağıyla süzülen ünlüler…
O kadar ışıltı olunca insanın aklına ister istemez geliyor: Bu kadar parıltının altında gerçekten bir hikâye olabilir mi?
Ben de merakıma yenilip izledim.
Sabah kahvemi içerken kendime tek bir soru sordum:
“Ne izledim ben?”
Dijital platformların ilk çıktığı zamanı hatırlayın. Hepimiz için büyük bir umut gibiydi. Farklı türler çoğalacak, risk almaktan korkmayan hikâyeler anlatılacak, maliyetler düşecek…
Hatta Martin Scorsese gibi bir sinema efsanesi bile 3.5 saatlik The Irishman’i Netflix’te gösterime sokarak bu rüyaya ortak olmuştu. Ne var ki, usta yönetmen bir sonraki filmi Killers of the Flower Moon’u önce klasik yoldan, vizyona sokarak geri döndü.
Disney’in Türkiye’de Atatürk filminin başına gelenler, Ata Demirer’in vizyona girse gişe rekorları kıracak Bursa Bülbülü’nün dijitalde sessizce kaybolması da aynı hikâyeyi anlatıyor: Platformlar, ne yazık ki yaratıcılığın yerine tek tip hikâyeleri koydu.
Artık dijital diziler, televizyonun eski hastalığını devralmış durumda. Aynı tip oyuncular, birbirinin kopyası senaryolar, astronomik bütçeler ve sıfır heyecan. Yaratıcılığın yerini “trend olur mu” hesapları almış. Ne yeni bir yönetmen parlayabiliyor, ne taze bir fikir nefes alabiliyor.
Enfes Bir Akşam da bu dönüşümün en son örneklerinden biri.
Nabzı atmayan, adeta otomatikleşmiş bir senaryo üzerinden, “yeni ve eski paranın çatışması”nı anlatmaya çalışıyor. Yeni parayı, 99 depreminde ailelerini kaybedip öğretmenleri tarafından evlat edinilen üç kardeşin, dişleriyle tırnaklarıyla yarattıkları bir “krallık” olarak tanımlıyor. Eski para ise benzer bir akıllara zararlıkta tasvir edilmiş. Bir yalıda yaşayan, kolejde okuyan, bol bol içki içip küfür eden ve konuşurken sürekli İngilizce kelimeler serpiştiren insanlardan oluşuyor.
Dizi İstanbul’da geçiyor ama anlattığı dünya, bu ülkeyle neredeyse hiç ilgisi olmayan steril bir evrende yaşanıyor. Ve seyircisinin zekâsına o kadar güvenmiyor ki, “sizler” ve “bizler” diye sınıf farkını megafonla açıklamaktan çekinmiyor.
Bir zamanlar işine özenen yönetmenler, kaleminin tadını bilen senaristler vardı.
Bugün ise elinde dev bütçelerle “parodiye bile yakışmayacak” karakterler yaratan ekipler görüyoruz. Dizinin tonuna hiç uymayan yabancı müzik seçimleri, sahnelerin duygusunu bastıran yapay bir ışıltı ve sürekli “büyük iş yaptık” havası… Her şey hesaplı, hiçbir şey samimi değil.
Oysa bu kadar kaynakla ne hikâyeler anlatılabilir!
Netflix listelerinde bir haftalık ömrü bile olmayan bu projeler yüzünden, adını bile henüz duymadığımız genç yönetmenlerin, iyi yazarlara ve hak ettiği alanı bulamayan oyunculara yer kalmıyor. Sorun sadece kötü bir dizi yapılması değil; gerçekten sözü olan insanların önünün kesilmesi.
Ve en sonunda, “enfes bir akşam” diye pazarlanan şeyin, aslında seyircinin zekâsına atılmış bir tokat olduğunu fark ediyorsunuz.
Geriye sadece şatafatlı bir lansmanın ertesi günü kalan o meşhur boşluk hissi kalıyor.