'Don Kişot sendromu' ve Şeyh Nişaburi'nin eşeği...

Eski toplumlara ait coşturucu "şanlı tarih" anlatıları, acıdan kaçan ve huzura özlem duyan sıradan insanlar için bir "ağrı kesici" işlevi görür...

Şövalye edebiyatına kendini fazla kaptıran Don Kişot, günümüz gençliğinin tabiriyle bir tür "tribe girer" ve şövalye geleneklerini yeniden canlandırmak adına gerçeklikten kopar.

İhtiyarlığa merdiven dayayan 50'li yaşlarındaki Don Kişot, komşusu Sancho Panza'yı da vali yapma umuduyla kandırır ve kendine silahtar yapar. Dededen kalma zırhını ve kılıcını alır, kendisi gibi sıska atıyla yollara düşer.

Popüler kültürde "Don Kişot Sendromu" olarak anılan bu durum, kişinin gerçeklikle bağını zayıflatması yoluyla idealler uğruna, kendine hayali ve abartılı bir alternatif dünya yaratmasıdır. Kahramanca görünse de tüm çabalar boşunadır. Her şey bir hayal içinde olup biter.

Bu safça romantizm dünyadaki gerçek kötülüklerle kıyaslandığında elbette "zararsız" hatta "tatlı bir aldatmaca" olarak görülebilir. Yine de ister kendine isterse başkasına yönelsin, aldatma aldatmadır... Kendini aldatmak da -son kertede- bir kaçıştır ve kaçmak pek de "kahramanca" görülmez.

Don Kişot'un yaratıcısı Cervantes, dönemin ünlü aristokratları adına uydurulan ve abartı ile aldatmanın at başı gittiği şövalyelik romanlarını hicvetmektedir.

* * *

"Hegel, bir yerlerde, dünya tarihindeki tüm büyük olguların ve kişi­lerin iki kez ortaya çıktığını söyler. Şunu eklemeyi unut­muştur: Birinde trajedi, diğerinde komedi olarak."

Marx'ın bu ünlü tespitine karşılık Mark Twain, “Tarih tekerrür etmez ama bazen kafiye yapar” der...

Karl Marx, tespitini mealen şöyle sürdürür:

İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yapar ama kendi seçtikleri koşullar altında değil, geçmişten devrolan koşullar altında... Öl­müş kuşakların geleneği, yaşayanların beyinlerine bir kabus gibi çöker. Korku içinde geçmişin ruhları yardıma çağırılır. Dünya tarihinin yeni sahnesini, eski oldukları için saygı duyulan giysilerle ve devralınan bir dille oynamak üzere, onların adlarını, savaş sloganları­nı ve kostümlerini ödünç alırlar.

Eski olduğu için saygı duyulan diller, kostümler ve sloganlar tozlu raflardan indirilir...

Örneğin bizde "Diriliş Ertuğrul" ve "Kuruluş Osman"; bir koyup üç alacağız türündem "derin stratejik" hedeflerle ve "sefer bizim zafer Allah'ın" sloganlarıyla imdada çağrılır...

Prof. Dr. Fethi Açıkel, “Kutsal Mazlumluk'tan Makyavelist Despotizm'e AKP Otoriterliğinin Psikopatolojisi" isimli çalışmasında bu ruh çağırıcıları "ezik özneler" olarak tanımlar:

"Tarih anlatısı içinde, eski toplumun huzurlu, güçlü, barış dolu ve benliğini kabartan imgesi her zaman kullanılabilir durumdadır. Eskinin maneviyatına, kültürüne ve bilincine dönüş ideali, intikam/tazmin ve acılarla dolu geçmiş söylemi kadar önemli yer tutar. Ezik öznenin tarih anlayışındaki kopukluklar ve süreklilikler, onun acıdan kaçışı ile huzurlu günlerini özleyişi arasında gider gelir. Bu yüzden, ezik öznenin tarih anlatılarını şekillendiren de onun kolektif bilinçdışıdır diyebiliriz."

Prof. Açıkel şöyle devam eder:

"Geçmişi kurgulama/hayal pratikleri açısından, 'şanlı tarih anlatılarının' seküler ya da dinsel nitelikte olması önemli bir özellik taşımaz. Zira kollektif bilinçdışını şekillendiren dinamikler dinselliğin kendisi olmaktan çok, onun da içinde yeniden üretildiği toplumsallıktır."

* * *

Eski toplumlara ait coşturucu "şanlı tarih" anlatıları, acıdan kaçan ve huzura özlem duyan sıradan insanlar için bir "ağrı kesici" işlevi görür.

Don Kişot'un cılız da olsa en azından bir atı ve dededen kalma zırhı vardı...

Kendi ilk gençliğimden de hatırladığım, hayatında bir kez olsun ata binmemiş veya binse şuradan mahalle bakkalına kadar gidip geri gelemeyecek olan bizler, "bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik" nağmeleriyle sıkıcı dünyalarımızdan kaçıp kendi uydurduğumuz hayallere tutunurduk...

Halimiz Don Kişot'tan beter ama keyfimiz paşada yok...

* * *

Ferîdüddin Attâr'ın Mantıku't-Tayr isimli eserinde şöyle bir menkıbe anlatılır:

"Şeyh Ebubekr-i Nişaburi, tekkesinden çıkmış, dervişleriy­le bir yere gidiyordu. Şeyh önde bir eşeğin sırtındaydı, ardından da dervişleri geliyordu. Birdenbire eşek, kuvvetlice yellendi. Şeyh bu sesten vecde geldi, bir nara attı ve elbiselerini yırttı.

Durumu gören kimseler ve dervişler, şeyhin bu davranışını hiç hoş karşılamadı.

Nihayet bir vakit sonra birisi, 'Neden eşeğin yellenmesinden vecde geldip hallendin?' diye sordu.

Şeyh şöyle dedi:

Ne kadar uzağa bakarsam bakayım bütün yolun müritlerimle dolu olduğunu gördüm. Her yanda bu insan denizini görünce 'Eh benim de Beyazid-i Bistamî'den kalır yanım yok! Bugün böylesine coşkulu müritlerimle anlı şanlı gitmekteysem yarın da başım dik, şan ve şerefle mahşer alanını böyle geçerim' dedim kendi kendime... Der demez eşek yelleniverdi.

Bu da şu demekti: Böyle tafra satıp boş iddiada bulunana eşek işte böyle cevap verir... Birden içime ateş düştü ve işte o hâli bu yüzden yaşadım."

Sinan Acıoğlu
babaocagi.com