Alfred Hitchcock'un İkinci Dünya Savaşı henüz başlamışken çektiği, 1940 yılında vizyona giren "Foreign Correspondent" filminde, izleyici "barış" düşüncesi üzerine zorlayıcı muhasebelere sevk edilir.
Filmde, The New York Globe gazetesi muhabiri John Jones, savaşa dair gelişmeleri raporlamak için Londra'ya gönderilir. Muhabir Jones, Evrensel Barış Partisi'nin lideri Stephen Fisher'ın merkezinde olduğu bir dizi komployu ortaya çıkarır.
Hitchcock'un filminde, Nazilere çalışan bir casus olduğu ortaya çıkan Evrensel Barış Partisi'nin lideri Stephen Fisher, içine düştüğü durumu, İngiliz eşinden olma kızına şu sözlerle açıklamaya çalışır:
"Kalbimde, ülkem için oldukça çetrefilli bir biçimde savaştım. Namussuzca savaşmak bazı durumlarda onurun ile savaşmaktan daha zor olabiliyor. Ülkemin yöntemlerini kullandım çünkü bunlarla doğdum."
Hitler'in Propaganda Bakanı Joseph Goebbels, filmi propaganda şaheseri olarak tanımlar, "düşman ülkelerdeki geniş halk kitleleri üzerinde şüphesiz belli bir etki bırakacak bir propaganda şaheseri, birinci sınıf bir yapım" yorumunda bulunur.
"Barış" istiyormuş gibi görünen savaş tahrikçileri, sözümona "savaşçı" gibi görünen tüccarlar, gerçeği arayan gazeteciler, gerçeği alt üst eden propagandacılar, yolunu arayan yığınlar ve yıkılan şehirler, kaybolan hayatlar...
İnsanlık tarihi binlerce yıldır aynı şeylerle meşgul değil mi?
* * *
Günümüzde hem gazeteciler hem de toplum, adına "gündem" denilen şey sebebiyle fazlaca "son dakikalar" ile ilgili hale geldi... Gelişmelerin nereye varacağına dair duyulan iştahlı merak, insanları bir nevi "son dakika" bağımlısı haline getirdi...
Her son dakika haberi bir önceki son dakika haberinin hararetini alıyor sanki...
Yeni bir "son dakika" haberi ile orman yangınları unutuluyor, THK'nın namevcut yangın söndürme uçakları konusu geçen yıl olduğu gibi yine rafa kaldırılıyor ve konu Fenerbahçe'nin Chobani Stadyumu'na geliyor, konuya İlber Ortaylı dahi dahil oluyor.
Bir diğer yandan Ahmet Minguzzi cinayeti vesilesiyle yeniden gündeme gelen "Suça Sürüklenen Çocuklar" konusu tartışılıyor. Geçen yıl ise Edirnekapı Surları’nda işlediği cinayetin ardından boynuna ip dolayarak intihar eden Semih Çelik vakası ile "İncel İdeolojisi" gündemi açılmıştı. Narin Güran cinayetinde ise son durum hala ve hala belirsiz...
İran İsrail Savaşı ne ara başladı ne ara bitti ve nereye bağlandı? "Milli Çözüm Süreci" ne aşamada? Tüm bunlar arasında bir de Seyhan Soylu'dan Cübbeli Ahmet itirafları geliyor... Magazin son dakikaları başlı başına bir uzmanlık alanı...
Gerçekten hepsini takip edebilen var mı?
Bu koşullar altında "fikri takip" hiç de öyle kolay değil.
Mesleğin bir gereği olarak gazetecilerin hızlı haber akışından uzak durması elbette düşünülemez. Fakat toplumun bundan kurtarılmasında yarınlar için bir fayda olduğunu ileri sürmek lazım.
Nereye varacağı merak edilen konu o kadar fazla ki...
İşlerin nereye varacağına dair sürekli olarak "son dakika" haberlerini takip etmek, başını sonunu kaçırdığınız konulara dair kafa karışıklığı dışında ne sağlıyor bilinmez...
* * *
Günümüzde internet haber siteleri günlük ortalama 300 ile 1000 arasında değişen sayılarda haber giriyor. Otomatik çekilen ajans haberlerinden foto galerilere, köşe yazılarından SEO içeriklere...
20 yıl önce bir haber sitesinde ortalama en fazla 50 ile 100 kadar haber görebilirdiniz.
Geçmişte bir basılı gazete için konuşursak, ülkenin ve belki dünyanın en önemli gelişmeleri gazetenin birinci sayfasında, kolayca erişilebilir haldeydi ve tek manşet vardı. Bugün ise internet haber sitelerinde ortalama 20 manşet ve en az 4-5 sür manşet, oradan buradan çıkan pop-uplar ve saire...
Bu bant sistemine dönmüş haber akışlarından gerçek bir gazetecilik başarısı beklemek bir fast food zincirinden "handmade" lezzeti beklemek gibi bir şey olsa gerek.
"Gazetecilik bir kamu görevidir" sözü öylesine söylenmiş bir söz değildir... Ve genelde görevi nedeniyle zorluk ve yargılamalara uğrayan gazeteciler tarafından diğer kamu görevlilerine karşı sarf edilir.
Fakat gelinen noktada gazeteciliğin bir kamu görevi olduğunu biraz da gazetecilere hatırlatmak gerekiyor.
Gazetecilik ya da editörlük yalnızca haber yetiştirmekten ya da gündemi kovalamaktan ibaret değildir. Gazetecilik, toplumun hafızasını diri tutmak, hakikatin peşini bırakmamak ve “gündem" içindeki yanıltıcı gürültüyü de filtreleyebilmek demektir.
Günümüz gazeteciliğini tartışmak ya da Hitchcock'un Amerikan propagandası kokan filmindeki gazeteciliğe övgü dizmek amacında değilim. O başka bir konu...
Fakat İngiliz gazeteci ve yazar Robert Fisk'in "Büyük Medeniyet Savaşı Ortadoğu'nun Fethi" kitabının girişinde şu ayrıntı dikkat çekici.
Fisk şunları söylüyor:
"Savaş esasen zafer ve yenilgi ile değil ölüm ve ölümün ızdırabı ile ilgilidir. İnsan ruhunun topyekun başarısızlığını temsil eder. Tanıdığım bir editör benden bunları duymaktan artık bıkmıştı, fakat kaç editör savaşın birinci elden tanığıdır? İronik olan şu ki gazeteciliğe heves etmemin sebebi bir filmdi, Alfred Hitchcock'un Foreign Correspondent adlı filmini izlediğimde 12 yaşındaydım."
Fisk'in bu atıfı üzerine Hitchcock'un filmini merakla izledim.
Bugün haber sitelerinde hızla geçilen başlıklar arasında kaç “Stephen Fisher” saklı bilemiyoruz... Kaç “barış savunucusu” pozlarıyla dolaşan "savaş ajanı" var? Kim bilir kaç haber, bir propaganda ürünü ama kamusal bilginin bir parçası gibi sunuluyor?
Ve sahada kaç "John Jones" kalmıştır?
Mesele sadece gazeteciliği hatırlamak değil… Onun neden hâlâ bu kadar önemli olduğunu unutmamak.
Sinan Acıoğlu
babaocagi.com