Türkiye, hukuk skandalları ile anılacak olan 2025'i geride bırakmaya hazırlanırken Ankara Barosu Genel Sekreteri Elçin Özge Şimşek Çağlayan'dan çarpıcı bir yazı geldi.

Çağlayan, t24 için kaleme aldığı "Yılı kapatırken: Hafızaya kazınan anayasal bir ihlal" yazısında hukuksuzluklara dikkat çekerken Anayasa Mahkemesi kararlarının yerel mahkemeler tarafından uygulanmamasını değerlendirdi. İnsan Hakları Derneği’nin raporunu gündeme getiren Çağlayan, Gezi davasında hükümlü bulunan Tayfun Kahraman örneğini verdi.

A2-143

Elçin Özge Şimşek Çağlayan

AYM Temmuz 2025’te adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ve yeniden yargılanması gerektiğine karar vermişti. Gerekçeli karar 17 Ekim 2025’te Resmî Gazete’de yayınlandı. Bu karara uygun olarak Tayfun Kahraman’ı yeniden yargılaması gereken İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi AYM kararını ve yeniden yargılamayı reddetti. Buna karşı 14. Ağır Ceza Mahkemesi’ne yapılan itiraz da reddedildi.

A1-322

Elçin Özge Şimşek Çağlayan'ın t24'te yayınlanan yazısı şu şekilde...

2025 yılı sona ererken geriye dönüp baktığımızda, bu yılın hukuk karnesinde yer alan yüzlerce hukuksuzluk içinde en çarpıcı olanlardan biri ne yazık ki Anayasa Mahkemesi kararlarının sistematik bir biçimde uygulanmaması gerçeği. Açık anayasal hükümlere rağmen bu durumun tekrar etmesi, yalnızca bireysel ihlallerin sürmesine değil; hukuk devleti ilkesinin ve toplumun yargının bağımsızlığına olan güveninin fiilen aşındığı gerçeğine de işaret ediyor.

Yıl boyunca yargı erki tarafından farklı dosyalarda tekrarlanan ve artık istisnai olmaktan çıkan bu tutum, hukuk devletinin teminatı olan anayasa yargısının fiili etkisini ortadan kaldırırken, yargı kararlarının bağlayıcılığına ilişkin derin bir hukuki güvenlik krizini de beraberinde getiriyor.

Bu anayasal sorunun en ağır ve telafisi en güç sonuçları ise hasta tutuklu ve hükümlüler bakımından ortaya çıkıyor. İnsan Hakları Derneği’nin 2025 tarihli raporuna göre, cezaevlerinde tedaviye erişimi kısıtlanan yaklaşık 1400 hasta bulunuyor. Bu kişilerin 230’u yaşamını tek başına sürdüremezken, 105’i bakım desteğine ihtiyaç duyuyor; 188’inin ise sürekli tıbbi kontrole gereksinimi bulunuyor. Bu bağlamda, hasta tutuklu ve hükümlülerin cezaevi koşullarında kapalı kurumda tutulması ve sağlık hizmetine erişiminin kısıtlanması, yalnızca kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının değil, doğrudan yaşam hakkının da ihlali niteliği taşıyor.

Anayasa Mahkemesi’nin verdiği hak ihlali kararlarının uygulanmaması, anayasal düzen açısından olduğu kadar kişilerin temel hakları bağlamında da kritik önem taşıyor. Çünkü yaşam hakkı, anayasal ve uluslararası insan hakları hukukunda yalnızca devletin öldürmeme yükümlülüğüyle sınırlı kalmıyor; devletin, gözetimi altındaki kişilerin yaşamını koruma, sağlıklarını gözetme ve beden bütünlüklerini güvence altına alma yönünde pozitif yükümlülüklerini de gerektiriyor.

Uzlaştırıcıların 2026 asgari ücret tarifesi açıklandı
Uzlaştırıcıların 2026 asgari ücret tarifesi açıklandı
İçeriği Görüntüle

Bu yükümlülükler, tutuklu ve hükümlülerin sağlık hizmetlerine zamanında, etkili ve yeterli biçimde erişimini sağlama, cezaevi koşullarının sağlık durumlarını ağırlaştırmamasını temin etme ve yaşam hakkını riske sokacak uygulamalardan kaçınma sorumluluğunu da doğrudan kapsıyor. Buna rağmen sağlık durumu ağırlaşmış kişilerin tahliye edilmemesi ya da tutukluluğun sürdürülmesi, ölçülülük ilkesinin açık ihlalini gözler önüne seriyor.

Uzayan, ölçüsüz ve sağlık koşullarını ağırlaştıran tutukluluk hallerinin, bir koruma tedbiri olarak değerlendirilmesi mümkün değil. İşkence ve eziyete varan bu tür uygulamalar, cezaya dönüşmüş tutukluluk anlamına geldiği gibi, insan onurunu ve yaşam hakkını da bütünüyle zedeliyor. Tartışmasız, bu noktada devletin sorumluluğunun yalnızca yargısal değil, doğrudan anayasal ve insani bir sorumluluğun çok ötesinde olması gerekiyor.

İHLALİN ÇARPICI ÖRNEKLERİNDEN BİRİ: TAYFUN KAHRAMAN

Yüzlerce kayıtlı mağdurun bulunduğu bu tabloda, Anayasa Mahkemesi tarafından hak ihlali tespiti yapılmış olmasına rağmen Tayfun Kahraman’ın sağlık durumu gözetilmeksizin özgürlüğünden yoksun bırakılmaya devam edilmesi, sorunun münferit değil, anayasa yargısının etkisizleştirildiği yapısal bir kriz olduğunu açık biçimde ortaya koyuyor.

Tayfun Kahraman hakkında mevcut koşullar altında bugüne dek, yaşam hakkını önceleyen bir kararın verilmemiş olması, yargının hukuki değil siyasi saiklerle karar aldığı endişesini haklı çıkarıyor. Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmaması, temel norm olan Anayasa’yı alt normlar karşısında güçsüzleştirip, bu kararları tavsiye niteliğine dönüştürüyor. Bu haliyle siyasi erkin belirlediği çizgide alınan yargı kararları, hukuki güvenlik ilkesini tartışmalı hale getiriyor.

Bütün bu nedenlerle, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru mekanizmasının fiilen etkisizleştirilmesini tartışmak çok büyük önem taşıyor; zira bireysel başvuru, yalnızca ihlalin tespiti için değil, ihlalin giderilmesi ve benzer ihlallerin önlenmesi amacıyla öngörülmüş, anayasal güvence altındaki etkili bir başvuru yolu olma özelliğini her şeye rağmen koruyor.

Unutulmaması gereken, hukuku askıya alan, Anayasa Mahkemesi kararlarını fiilen etkisizleştiren ve bireyleri özgürlüklerinden mahrum bırakan bu uygulamaların, yalnızca bugünün siyasi konjonktürüne yaslanan geçici bir güç alanı oluşudur. Hukuk devleti ilkesinin sistematik biçimde ihlaliyle kurulan bu “hesap verilmezlik” zemini, şüphesiz kalıcı değil. Tarihsel ve hukuksal deneyim açıkça gösteriyor ki, yargısal sorumluluğun ortadan kaldırıldığı her dönem, bir zaman sonra çok daha ağır bir hukuki ve vicdani hesaplaşmayla yüzleşiyor. Bugün Tayfun Kahraman örneğinde somutlaşan bu hukuk tanımazlık, yalnızca bir bireyin değil, karar alma süreçlerinde yer alan herkesin ileride taşıyacağı kişisel ve kurumsal sorumluluğun da kaydını tutuyor.

2025 yılı kapanırken artık dilek cümleleri kurmanın değil, hukuki sorumluluğu açıkça tarif etmenin zamanı. Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanması, iyi niyete bırakılabilecek bir tercih değil, anayasal bir yükümlülüktür. Hasta tutuklu ve hükümlülerin yaşam hakkını korumak ise ertelenebilir bir insani hassasiyet değil, derhal yerine getirilmesi gereken bir devlet görevidir.

Açıkça vurgulamak ve hatırlatmak gerekir ki:

Anayasal güvenceler askıda kalamaz, yaşam hakkı pazarlık konusu yapılamaz ve yargı kararları uygulanmadıkça hiçbir yıl hukuken kapanmış sayılamaz.