CHP İzmir Milletvekili ve Dünya gazetesi yazarı Ümit Özlale, bugünkü "Aileyi merkeze almak yetmez: Bilimsel bir yol haritası şart" başlıklı yazısında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın önümüzdeki on yılı “Aile ve Nüfus On Yılı” ilan etmesi ve Türkiye’nin hızla düşen doğurganlık oranlarına dikkat çekmesine değindi.
AKP kurucusu Ayşe Böhürler'in de CHP'li Ümit Özlale'nin yazısını paylaşması dikkatlerden kaçmadı.
Erdoğan'ın açıklamasının ülkenin demografik yapısına dair önemli bir uyarı niteliği taşıdığını kaydeden Özlale, günümüzde kadınların hem iş hayatında bulunduğu hem de ev içi sorumlulukları büyük ölçüde üstlendiği için "çift yük" altında kalmasına dikkat çektiği yazısında şu ifadelere yer verdi:
"Evet, Türkiye’de doğurganlık oranları tarihinin en düşük seviyesinde: Doğurganlık oranı 1.51’e gerilemiş durumda. Yani nüfusun kendini yenileyebilmesi için gerekli olan 2.1 sınırının oldukça altındayız.
Ama burada durup bir nefes almak lazım. Çünkü mesele sadece bir “nüfus sayısı” meselesi değil. Bu işin arka planında çok daha derin, çok daha karmaşık bir tablo var. Eğer meseleyi sadece “daha çok çocuk yapalım” diye dar bir perspektife sıkıştırırsak, yanlış reçetelerle sorunu çözmeye çalışırız. O yüzden bu yazıda şunu açıkça ortaya koyalım: Türkiye’nin asıl meselesi, çocuk sayısından çok, çocukların yaşam kalitesi ve kadınların hayata katılım koşullarıdır.
DOĞURGANLIK ORANI
Verileri önümüze koyduğumuzda tablo net: Özellikle şehirli, eğitimli ve işgücüne katılan kadınlar için çocuk sahibi olmak büyük bir yük. Çünkü Türkiye’de kadınlar için “çift yük” dediğimiz önemli bir problem var: Hem çalış, hem ev işleriyle ilgilen… Bu argümanı verilerle de destekleyebiliriz. TÜİK’in 2015 yılı Zaman Kullanımı Araştırması’na göre, Türkiye’de kadınlar ev içi işlere erkeklerden yaklaşık 5 kat daha fazla zaman ayırmakta.
YÜZDE 90 KADINLARDA
Kadınlar, ev işleri ve aile bakımına günde ortalama 3 saat 31 dakika harcarken, erkekler ise bu işlere sadece 46 dakika ayırıyor. TÜİK’in 2021 yılı Türkiye Aile Yapısı Araştırması’na göre de rutin ev işlerinin çok büyük çoğunluğu (ortalama %90) kadınlar tarafından üstleniliyor. Kısacası, kadının hayatı bir maratondan farksız. Sabah iş, akşam ev, hafta sonu sorumluluklar. Bu yükün altında ezilen kadınlar, doğal olarak çocuk yapmayı erteliyor veya hiç düşünmüyor.
Çünkü çocuk demek, kariyerden vazgeçmek, ekonomik özgürlükten ödün vermek, sosyal hayattan kopmak ve daha fazla yorulmak anlamına geliyor. Bu yükleri hafifletmek için ücretsiz, ulaşılabilir bir bakım altyapımız (kreş vb.) yok denecek kadar az. Türkiye’nin bakım ekonomisini daha fazla konuşması gereken bir dönemde bu konu hep arka plana atılıyor. Çalışan anneler için esnek saatler, babalık izni gibi destekler hâlâ çok zayıf. İşte bu yüzden mesele sadece “nüfus artsın” demekle bitmiyor. Kadınlara bu yükü taşıyabilecekleri bir sistem sunmadan, “hadi daha çok çocuk yapın” demek gerçekle bağdaşmıyor.
DESTEKLER İÇ AÇICI DEĞİL
Burada da tablo iç açıcı değil. Türkiye’de çocuk başına verilen destekler doğurganlık kararını değiştirecek bir büyüklükte değil. Hele büyükşehirlerde bir çocuğun aylık bakım masrafı birkaç bin lirayı bulurken, bu tür desteklerin bir haftalık mama parası bile etmeyeceğini söylemek yanlış olmaz. Akademik literatür de bu tür nakit desteklerin etkisini çok sınırlı buluyor. Bu çerçevede nakit destekler, planlı bir doğum kararından ziyade var olan bir durumun getirdiği maddi yükü hafifletmek için kullanılıyor. Yani zaten çocuk sahibi olan aileler için bir katkı sağlıyor ama daha fazla çocuk yapmayı teşvik edecek bir katkı değil. Orta ve yüksek gelirli aileler içinse bu desteklerin etkisi yok çünkü o ailelerin kararlarını etkileyen asıl mesele, ekonomik güvencesizlik, iş-yaşam dengesi ve kadının kariyerine dair haklı kaygıları…
Burada bir başka kritik mesele daha var: Vergi sistemi ve adalet. Türkiye’de yüksek gelirli ve eğitimli aileler, daha az çocuk yapıyor ama daha fazla vergi ödüyor. Düşük gelirli ve daha az eğitimli gruplar, daha fazla çocuk yapıyor ama sisteme katkısı sınırlı kalıyor. Bu durum demografik adaletsizlik gibi bir problemi de beraberinde getiriyor. Yani az çocuk yapan, çok çocuk yapanı finanse eder hale geliyor. Peki, bu sürdürülebilir mi? İşte bu noktada net bir duruşa ihtiyacımız var: Çocuk sayısına değil, çocukların yaşam kalitesine ve fırsat eşitliğine odaklanan bir sistem kurmalıyız. Böylece vergiler üzerinden bireye çocukluk ve gençlik yıllarında yapılan yatırımların ekonomik büyüme, kalkınma ve sosyal güvenlik sisteminin sürdürülebilirliği üzerinden bir getirisi olsun.
NE YAPMALI
“Nüfus artsın” diye attığımız sloganlar yetmez. Gerçekçi, bilimsel ve sürdürülebilir bir yol haritasına ihtiyacımız var. Neler mi gerekiyor?
Birincisi, çocuk bakım altyapısını güçlendirmemiz gerekiyor. Ücretsiz ve yaygın kreşler, okul öncesi eğitim imkanları, sağlıklı beslenme destekleri ve bakım merkezleri olmadan bu yük kadınların omzundan kalkmaz.
İkincisi, çalışan anneleri destekleyecek politikaları hayata geçirmemiz gerekiyor. Esnek çalışma saatleri, babalık izni, uzaktan çalışma modelleri, kadın dostu işyerleri…
Üçüncüsü, aile planlaması ve bilinçli ebeveynlik eğitimleri vermemiz gerekiyor. Planlanmamış gebeliklerin önüne geçmek, ailelerin bilinçli kararlar almasını sağlamak önemli.
Dördüncüsü, toplumsal cinsiyet eşitliği ve bakım sorumluluğunun paylaşımını sağlamamız gerekiyor. Çocuk bakımı sadece kadının işi değil, toplumun ortak sorumluluğu olmalı. Babalık izninin zorunlu ve uzun olması, ev işlerinin eşit paylaşımı artık bir lüks değil, zorunluluk.
Beşincisi ve belki de en önemlisi, Nüfus kalitesi odaklı bir kalkınma anlayışını benimsememiz gerekiyor. Çünkü mesele sadece daha fazla çocuk yapmak değil, o çocukların iyi eğitim alması, sağlıklı büyümesi, özgüvenli ve donanımlı bireyler olarak topluma katkı sunması.
Sonuç olarak şunu söylemek lazım: Türkiye’nin asıl sorunu doğurganlık oranının düşmesi değil; kadınların çocuk sahibi olmayı bir yük değil, bir tercih olarak görebileceği bir sistem kuramamak.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Aile ve Nüfus On Yılı” çağrısı önemli ama içi boş bırakılırsa sadece bir temenni olarak kalır. Gerçekçi politikalar, somut adımlar ve bilimsel yaklaşımlar olmadan, bu sorunu çözmek mümkün değil. Bir ülkenin geleceği sadece nüfus sayısıyla değil, o nüfusu nasıl bir toplum haline getirdiğiyle ölçülür. Bizim de odağımız kaç çocuk yapıldığında değil, her çocuğun nasıl bir dünyada büyüdüğünde olmalı."